9 Aralık 2010 Perşembe
Türkiye ve Enerji Politikaları*
Enerji, ülkelerin ekonomik ve sosyal gelişimlerinin olmazsa olmaz girdisidir. Enerjiye ve ülke yönetimine yön verenler, halkın bu en temel gereksinimini kesintisiz, güvenilir, zamanında, ucuz ve temiz biçimde sağlamak zorundadırlar. Bu gereklilik, konuttaki tüketicimiz için olduğu kadar, sanayicimiz ve esnafımız için de aynen geçerlidir. Küreselleşen dünyada, ülke sanayisinin, nihai ürünün maliyeti içindeki en temel ve en ağırlıklı girdisi olarak enerjinin, kesintisiz, güvenilir kaynaklardan ve ucuz temini olmazsa olmaz bir ön gerekliliktir. Ne var ki, ülkemizin enerji alanında yaşanmakta olan gerçekler, bu temel gereksinimlerle uyum içinde olmak bir yana, taban tabana tezat teşkil eder durumdadır.
Yanlış enerji politikalarıyla, yanlış kaynak tercihleriyle, planlama anlayışının reddedilmesiyle, bilimsel olmayan talep tahminleriyle ve ulusal kaynakları tamamen yadsıyan yaklaşımlarla ülkemiz, tam anlamıyla bir enerji bunalımı ve karmaşası ile karşı karşıya bırakılmıştır. Ülkemizin linyit kaynaklarının üçte ikisi, hidrolik kaynaklarının dörtte üçü devreye konulmamışken; tamamını ithal ettiğimiz doğal gazı, elektrik üretiminde (2003 yılı sonunda) % 50’ye varan ve önümüzdeki yıllarda % 60’ı hedefleyen oranlarda devreye sokan bir politika, bugün yaşanan enerji bunalımının temel nedenleri arasında, ilk sırayı almaktadır.
Bir yandan “Yap-İşlet-Devret”, “Yap-İşlet” ve “İşletme Hakkı Devri” gibi modelleri devreye sokup, bunlara tahkim hakkını veren düzenlemelerin mimarı olan önceki hükümetler, diğer yandan da tüm bu modelleri reddedip, “mülkiyet devrini” öngören 4628 sayılı Elektrik Piyasası Yasası’nı devreye sokmuşlardır. Sürekli değişim gösteren ve birbiri ile çelişen bu uygulamalar sonucunda, bir tarafta Hazine garantisiyle, elektrik satma garantisi ve tahkim hakkı almış olan şirketler, diğer tarafta ise bunlardan yoksun olan yeni şirketlerin ve diğer yanda da, eli kolu siyasilerce bağlanmış ya da “talimatlandırılmış” kamu şirketlerinin, “rekabet edeceklerini ve böylece de fiyatların düşeceğini” iddia etmek, insafsızlıktan da öte, halka karşı saygısızlıktır.
Bu yanlışlıkların kaçınılmaz sonucu olarak da Türkiye; doğal gazı, petrol ürünlerini ve elektriği en pahalı kullanan ülkelerden biri haline gelmiştir. Yoksullukla boğuşan insanımız, pahalı enerjinin bedelini ödeyemeyip, çağdaş kaynakların dışında farklı ısınma yollarına yönelmektedir. Pahalı enerjinin bir diğer sonucu da, gerek konutlardaki ve gerekse sanayideki tüketicinin, kaçak kullanıma yönelmesidir. Ülke ekonomisi, sanayicisi ve Türkiye insanı bunları hak etmemiştir ve bu yükü de daha fazla taşıyamayacağı açıktır.
“Enerjinin kesintisiz, güvenilir, zamanında, ucuz ve temiz biçimde sağlanması temel hedefimizdir” gibi, çağdaş ve herkesin benimseyeceği genel geçer ilkeleri ardarda sıralamanın, ne yazık ki yeterli olmadığını, son yıllarda ülkemizin enerji yönetimine egemen olan siyasi anlayış açıkça sergilemiştir. Bu ilkelerin yaşama geçirilmesi, bir söylem değil, politika ve uygulama işidir. Bu da ulusal çıkarı ve kamu yararını temel alan bir anlayışı, bilimsel ve planlı bir yaklaşımı ön koşul olarak zorunlu kılmaktadır.
Kendi ülkesinin kaynaklarını yadsıyan, başta hidrolik ve linyit olmak üzere, mevcut ülke kaynaklarından yeterince yararlanmayan, yurt içi arama çalışmalarını (özellikle petrol, doğal gaz ve kömürde) tamamen terkeden, üretilen enerjinin % 20’sinden fazlasını tüketiciye ulaşmadan kaybeden, ülkemizin enerji ve özellikle elektrik üretimini büyük oranda tek ve ithal bir kaynağa, yani doğal gaza bağlayan, enerji ile ilgili kurumları, partizanca atamalarla iş göremez hale getiren, enerjinin giderek artan stratejik ve jeopolitik boyutunu göz ardı ederek, enerji alanını sadece ticari faaliyet boyutunda algılayan siyasi zihniyetlerin, bu temel ilkeleri yaşama geçirmelerinin söz konusu olamıyacağı geç de olsa görülmüştür. Ne var ki bunun bedeli; enerjide kaos, fiyatlarda aşırı pahalılık olarak ödenmeye devam etmektedir.
Türkiye’nin, ülkenin ekonomik büyüme eğilimlerini doğru okuyan, nüfus artışını ve toplumsal hareketlerini sağlıklı yorumlayabilen, enerji fiyatlarının olası gelişmelerini ülke gerçekleriyle bağdaştırabilen, teknolojik gelişmeleri sürekli izleyebilen, enerji verimliliği ve enerji yoğunluğu kavramlarını politikasının temel taşları olarak belirleyen, enerji-çevre etkileşimini ülke yararına çözümleyebilen ve insan odaklı politika yapan, bilgili ve ulusal çıkarlarını kişisel çıkarlarından öne alan kadrolara gereksinimi vardır. Söz konusu kadrolar, önceki hükümetler tarafından “devre dışı bırakılmış”, mevcut oluşumda da, önceki hükümetlerinkine benzer atamalar görüldüğünden, ülke yararına olacak katkıları “devre dışı” tutulmaya devam etmektedir.
Enerji politikalarının en temel özelliklerinden biri de, planlamanın gerekliliğidir. Planlama, ihtiyaca yönelik olarak; kaynaklarımızın sağlıklı belirlenmesini, üretimin ve tüketimin buna paralel olarak düzenlenmesini gerektirir. Bu da herşeyden önce, tüketimin doğru tahminini ve bu tahmine uygun üretimi sağlayacak tesislerin yer ve büyüklüklerinin, bu tesislerde kullanılacak yakıtların belirlenmesini zorunlu kılar8. Kurulacak tesislerin yer ve büyüklüğünde ise; teknoloji, kaynakların bulunduğu yer ve çevresel faktörler önemlidir. Yıllardır uygulanan politikalara bakıldığında, planlama anlayışının tamamen reddedildiğini, politik ve kişisel kaygıların öne çıkarılarak, deyim yerindeyse “her bastırana bir santral yapma olanağının tanındığını”, ekonomiklik kriteri dikkate alınmaksızın mobil santrallar dahil her türlü gereksiz yatırıma ülke kaynaklarının aktarıldığını, “Yap-İşlet-Devret”-“Yapİşlet”-“ İşletme Hakkı Devri” gibi sözüm ona modellerin, bir yaz-boz tahtasına işlenircesine, iki günde bir değiştirildiğini görüyoruz.
Talep tahminlerini, bilimsellikten uzak ve adeta bazı santralların yapımını zorunlu hale getirebilmek için abartan, elektrik üretiminde ulusal kaynaklara ağırlık vermek yerine, neredeyse tamamına yakınını ithal etmek zorunda olduğumuz doğal gaza kabul edilmez oranda ağırlık veren, abartılı talep tahminlerine paralel olarak, kullanamayacağımız miktarda gaz ithali için 25-30 yıl süreli “al ya da öde” anlaşmalarını imzalayan, kurulan santrallara hem gaz sağlama, hem de üretecekleri elektriği çok yüksek fiyattan devlet adına satın alma garantisi veren bir enerji yönetiminin yıllardır egemen olduğu Türkiye, bu alanda tam bir çıkmaza sürüklenmiştir. Ülkemizin uzun süredir yaşamakta olduğu ekonomik krizin en önemli nedenlerinden birisi, enerji yönetimine egemen olan bu yanlış siyasi anlayıştır.
*Dünyada ve Türkiye'de Enerji, Türkiye’nin Enerji Kaynakları ve Enerji Politikaları, A. Necdet Pamir, Mayıs 2003
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder