İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

25 Ağustos 2020 Salı

10 kasim 1948, Londra, Sir Percy Loraine

10 KASIM 1948 LONDRA'DA BİR ANMA KONUŞMASI
Sir Percy Loraine

1933-1939 yılları arasında İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi olarak görev yapan Sir Percy Loraine, 10 Kasım 1948 günü Atatürk’ün 10’uncu ölüm yıldönümünde, BBC Radyosu’nda yayınlanan bir anma konuşması yapmıştır.

Loraine’in Atatürk hakkındaki bu tarihi tanıklığı, 18 Kasım 1948 günü The Listener dergisinde "Kemal Atatürk as I Knew Him" (Bildiğim Kadarıyla Kemal Atatürk) başlığı ile ayrıca basılmıştır.1

Sir Percy Loraine, 10 Kasım 1948 günü BBC Radyosunda yayınlanan bu konuşmasını çoğaltmış ve başta Cambridge, Oxford olmak üzere önemli pek çok üniversitenin kütüphanelerine, bakanlıklara ve diplomatlara göndermiştir.
Ayrıca bu konuşmanın pek çok basın organında basımına izin vermiştir. Loraine, Atatürk hakkında yapmış olduğu bu konuşma karşılığında BBC yönetimi tarafından kendisine takdim edilen ücreti Türk-İngiliz dostluğunu ve kültür ilişkilerini derinleştirmesi için Londra Türk Halkevi’ne bağışlamıştır.2)

Kemal Atatürk öleli on yıl oluyor. Kavga ve çekişmelerle,
insanlığın geleceği hakkında duyulan umut ve korkularla dolu on yıl. Bu süre İçinde kadın erkek, küçük büyük hemen herkesin yaşayışında değişmeler oldu, ama benim Atatürk'le ilgili anılarım tazeliğinden bir şey yitirmedi.

Yiğit, vakur, dimdik bir adamdı; kusursuz giyinirdi. Biçimli bir yüzü, duru mavi gözleri, çalı çalı kaşları vardı. Yer yer sert çizgili olan bu yüz hemen her zaman ağırbaşlı ve ciddiydi. Bakışlarında, her hareketinde, hatta hareketsiz duruşunda büyük bir canlılık göze çarpardı. Zihni de vücudu da kurulu bir yay gibi her an harekete hazırdı.

Cumhurbaşkanı olduktan sonra askerî üniformasını çıkarmış, bu şerefli üniformayı bir daha tören ve geçitlerde bile giymemiştir. Bu gibi durumlarda her zaman sade bir gece giysisi, silindir şapka giyer ve nişan olarak yalnız Kurtuluş Savaşı'nın altın madalyasını takardı.

Seçkin bir adamdı; eşine kolay rastlanmayan bir adam. Tehlikeden korkmaz, güçlüklerden yılmak nedir bilmezdi. İçgüdü gibi bir şeyin yardımıyla (buna bir ad bulamıyorum, çünkü başka kimsede benzerini görmedim) bir meselede neyin önemli, nelerin önemsiz olduğunu çarçabuk ve kolayca kestirirdi.

Sorumlulukları ağırdı; ancak O bunların hepsini kabul eder, başkalarının sırtına yüklemeye bakmazdı. Sorumluluktan korkmaz, kaçınmaya çalışmazdı. Onun saygısını kazanabilmek için sizin de yüksek bir sorumluluk duygunuzun olması gerekirdi.

Tartışmayı çok sever ve bunu insanları zihin ve karakter bakımından ölçüp tartmakta bir yol olarak kullanırdı. Yumuşaklık etmez, yargılarında kolay kolay yanılmazdı. Dürüstlükten yana kusursuzdu; apaçık görüşlerinin, çevresindekiler üzerinde elektrikleyici bir etkisi vardı.

Doğa ona büyük bir irade gücü vermiştir; ama öyle sanıyorum ki, O bu gücü hep bilinçli bir disiplinle kullanıyordu.
Hayatın uzun, bitmez tükenmez bir sınav olduğunu pekiyi biliyordu. Atatürk bu sınavda verilecek cevapları öğrenmeyi bir an olsun elden bırakmamıştır.

Kemal Atatürk'ün en sevdiği konuşma yolu, Bakan arkadaşlarını da ayırmaksızın çevresindekileri, görüşmek istediği kimseleri psikolojik ve bilimsel bir sınavdan geçirmekti, Verilen cevaplar kadar karşısındaki kimseyi de dikkatle incelediği sezilirdi.

Kimi zaman sorular yağdırır, kimi zaman da uzun uzun kendi görüşlerini açıklardı. Sonra soru dolu bir duraklama, çatılmış kaşlarını altından o duru mavi gözlerin altından insanın içini okuyan bir bakışı... Bu bakışın ne demek istediği anlaşılırdı. Bu, kem küm etme demekti; karşılıklı konuşuyoruz şurada; biliyorum, güç durumdasın, ama ben her şeye “evet efendim” diyenlerden hiç hoşlanmam. Düşündüğünü açıkça söyle. Belki de boş değil söyleyeceklerin.

Görelim bakalım. Peki ne yaptı Atatürk? O parlak askerlik kariyerinin dışında neler başardı? Mutlak bir yönetimin küllerinden ve zihniyetinden yepyeni bir devlet çıkardı. Felaketlerle dolu bir savaşta artık her şeyin kaybolur gibi olduğu bir sırada Onun Türk halkına inancı bir an bile sarsılmadı.

Bu savaş, övünç verici bir askeri geçmişe sahip bir ulus için çok acı bir denemeydi. İşte Atatürk, Türk halkının kendi kendine olan güvenini yeniden canlandırdı, zihinlerini özgürlüğe kavuşturup güçlerini harekete geçirdi. Eskimiş bir geçmişi gömüp ulusuna geleceğin kapılarını açtı ve bu ulusa sonuna kadar inandı.

Atatürk'ü diktatör sayanlar olmuştur. Bence bu hem yanlış hem de yanıltıcı bir görüştür. Kabul edelim ki, günümüzde 'diktatör' sözcüğünün yeterli bir tanımı yapılmış değildir, ama Hitler'e, Mussolini'ye diktatör denmesine hiç kimsenin karşı çıkabileceğini sanmıyorum.

Öyleyse Kemal Atatürk neden aynı gruba girmiyor? diye bir soru sorulabilir.

Bunun birçok nedenleri vardır. Bir kere Atatürk bilinçli olarak, kendi yokluğunda uygulanacak bir düzen kurmaya, kendinden sonra sürecek bir hükümet ve yönetim sistemi yaratmaya çalışıyor; görüşlerini zorla kabul ettirmekten çok doktrinlerini öğretmeye ve ülkülerini açıklamaya uğraşıyordu.

Kurtuluş Savaşı sırasında arkadaşlarıyla hazırladığı tasarıya göre; egemenlik Büyük Millet Meclisinindi; halk tarafından seçilen mebuslar dört yılda bir Cumhurbaşkanını seçmekle görevliydi ve Meclis belli yasama ve yürütme yetkilerine sahipti.

Devrimler hiçbir zaman yumuşaklıkla olmaz; bu yüzden başlangıçta, Anayasanın ve organlarının yürürlüğe girmesinden önceki günlerde, Atatürk'ün zaman zaman kendi inisiyatifine dayanarak kesin hareket etmek zorunda kaldığı olmuştur. Gene de kanunlara aykırı davranışlarda bulunmaktan kaçınmıştır.

Büyük Millet Meclisi'ne karşı büyük bir saygısı vardı. İç işlerde başlıca amacı, o sırada pek işlemezse de ileride durumun gerektirdiği şekle uyup gelişebilecek esneklikte bir siyasal düzen ortaya koymaktı. Pek çok kimsenin sandığı gibi sağa sola emirler yağdırmak şöyle dursun, Atatürk, Bakanları her zaman kendi sorumluluklarını yüklenmeye zorlardı.

Öyle sanıyorum ki, eğer yaşasaydı belki bir sonraki Cumhurbaşkanı seçiminde adaylığını koymayıp, kurduğu düzenin kendisinin yokluğunda gereği gibi işleyip işlemeyeceğini görmek için bir köşeye çekilecekti. Ancak arkadaşları ve danışmanları bırakır mıydı, bunu kestirmek güçtür. 

Onun bütün tutumu şuydu: Kendisi Cumhurbaşkanı olarak devletin başıydı; memleketin yönetimi, Büyük Millet Meclisine karşı Anayasa'yı uygulamakla görevli olan hükümetin göreviydi.

Atatürk, Cumhuriyetin ilk yıllarında, bugün bizim halk idaresi diye bildiğimiz yönetim için zaman ve halkın daha hazır olmadığını biliyordu. Halk, Sultanlık ve İmparatorluk devrinin gelenekleriyle yoğrulmuş bir durumdaydı; bu alanda İttihat ve Terakki günleri de bir değişiklik getirmemişti. Onun için önce hem bu halk, hem de kabinede görev alan Bakanlar, Anayasanın kendilerine yüklediği yeni sorumluluklar konusunda eğitilmeliydi.

Bu arada bir yandan da işlerin yürütülmesi, Türkiye'nin modern, ilerici bir devlet olarak ihtiyaçlarının incelenmesi ve bu ihtiyaçların eldeki kaynakların yettiği ölçüde karşılanması gerekiyordu. Hepsinden önemlisi, uzun ömürlü bir iktisat sistemi kurmak şarttı ve Atatürk daha 1923 yılında, çekinmeden, ulusuna, böyle bir sitsem on yıl içinde kurulmadıkça Kurtuluş Savaşı'nda katlanılan sıkıntıların, gösterilen çabaların boşa gideceğini söylemiştir.

Kemal Atatürk'ün ileriyi görüşü o kadar keskin ve isabetli, olayların alacağı yön, halkın duyguları ve Türkiye'nin dış ilişkilerini gerekleri konusundaki sezişi o kadar doğruydu ki, çevresindekiler kendilerine güç ve karışık gelen meselelerde ne yolda hareket edeceklerini Ona danışırlardı. Bu gibi durumlarda karşısındakine her zaman yardıma hazırdı, ancak emretmez, sadece yol gösterirdi.

Peki, dış siyasette Atatürk diktatörce denebilecek neler yaptı? Hiç.

Komşuları yeni Cumhuriyetin bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne saygı gösterdiği sürece, O da barışçı, uzlaşıcı, savaşı önleyici, dostça bir siyaset güttü. Rusya ile olan çekişmeler durduruldu; Yunanistan'la olan kavgaya son verilip yakın işbirliğine geçildi; yalnız Bulgaristan'ın katılmadığı Balkan Antlaşması’yla Balkanlar’daki anlaşmazlıklar bir çözüme bağlandı.

İran, Irak ve Afganistan'la yapılan Sadabad Saldırmazlık Paktı Türkiye'nin doğu sınırlarında barış kesinlikle sağlandı. Fransa ile ilişkiler iyi ve dostçaydı; Faşist İtalya'yla normal, İngiltere'yle tam bir uzlaşmayla kalınmamış, bugün sürdürüldüğüne çok sevindiğimiz yakın ve dostça ilişkiler de geliştirilmiştir.

Ve son olarak, Atatürk Türkiye'sinin kendi sınırları konusunda güttüğü siyaset, bu sınırların değişmez olduğudur.Bütün yukarıda saydıklarımızın diktatörlük siyasetiyle bir ilgisi var mıdır? Bu sorunun cevabı elbette ‘hayır’dır.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Mustafa Kemal'in ortaya koyduğu eser, zaman karşısında geçirdiği sınavı başarıyla atlatmış ve atlatmaktadır.

Bugün Türkiye sağlam temellere dayanan bir ülke olmakta kalmayıp, felaketlerle dolu, kararsız dünyamızda bir denge unsuru olmaktadır. Ne istediğini biliyor; dostlarını biliyor ve çizdiği yolda kararlı adımlarla ilerliyor. Antlaşmalarına sadıktır...

Bu konuşma için hazırladığım plan, dinleyicilerime Atatürk'ün bir portresini çizmek, Cumhuriyetin kurucusu olarak başardığı işleri kısaca anlatmaktı. Onun özel hayatından pek söz etmediğim ileri sürülebilir. Ancak bunun bir nedeni vardır.

Bir kere bir büyükelçinin görevli bulunduğu ülkenin Devlet Başkanı ile olan ilişkileri ister istemez resmîdir. Atatürk için bu özellikle böyleydi; çünkü O, resmî ziyaretlerin gerektiği durumlar dışında elçilerle görüşmez, özel davetlerde bulunmazdı.

Ne kıskançlıklara, ne çekememezliklere yol açacağını pekiyi bildiğinden, hiç kimse için bu kuralın dışına çıkmazdı. Sonra Atatürk, diplomatik temsilcilerin kendisine değil, Dışişleri Bakanına başvurması gerektiğini açıkça belli ederdi. Bu kesin tutumunun haklı nedenleri vardı, çünkü kendisinin dışarıya karşı Cumhurbaşkanı olarak görevleri icra değil, temsil görevleriydi.

İcra görevi Hükümete aitti ve diplomatik temsilcilerle yapılan görüşme ve konuşmalar hakkında Cumhurbaşkanına bilgi vermek gene Hükümetin yapması gereken bir işti. Gene de, İtimatnamemi sunuşum, Kralın tahtp çıkışını haber verişim gibi resmî ziyaretlerde, söyleyeceklerimi söyleyip ödevimi bitirince oturmamı söylerdi ve konuşurduk.

Dışişleri Bakanı da hazır bulunurdu. Şüphesiz bunlar pek seyrek olaylardı; ama ben bu konuşmaları ilgi çekici ve çok faydalı bulurdum. Konuşmamız pek resmî geçerdi ancak gene de ara sıra kişisel bir yakınlaşma olur, birbirimizi ölçüp tartmak için fırsat bulmuş olurduk...

Genel olarak Türkçe konuşurdu; ben bu dili pek az bildiğimden Dışişleri Bakanı tercüme ederdi. Arada bir Fransızca kullandığı olurdu; Fransızcası akıcı değildi ama meramını anlatabilirdi.

Yılda bir kere kabul verirdi, o da 29 Ekim Cumhuriyet bayramının akşamı. O sabah, Büyük Millet Meclisinde üniformalarını giymiş yabancı devlet elçilerini ve elçilik ileri gelenlerini sırayla huzura alıp, tebrikleri kabul etmiştir. 

O günün akşamı bakanların, mebusların, yüksek rütbeli subay ve memurların, tanınmış kişilerin ve kordiplomatiğin hazır bulunduğu büyük, zengin bir davet düzenlenirdi. Kordiplomatik mensupları ayrı bir odaya alınır ve orada Cumhurbaşkanı kendisine çok yakışan o ağırbaşlı haliyle herkesi ayrı ayrı selamladıktan sonra bir koltuğa oturur, yaveriyle hazır bulunanlardan bazılarını çevresindeki topluluğa katılmaya davet ederdi.

Sabahın erken saatlerine kadar süren bu akşam, Atatürk'ün akşamıydı. Çok eğlenirdi, ancak gene de daha önce sözünü ettiğim sınav usulünü büroda de elden bırakmazdı. 

Bu bayram akşamlarından sonuncusu 29 Ekim 1937'de idi. 

O gün beş saat kadar Atatürk'ün yanında kaldım; bu benim için, Onun zihnini bir konuya verebilmekteki olağanüstü gücünü görmek bakımından büyük bir fırsat oldu. Çevresine her yeni gelen kimseye söyleyecek, ya da ondan sorup öğrenecek bir şey buluyordu.

Konuşması bir an bile sudan, hafif konulara yönetmedi. Söylediği her sözün güttüğü bir amaç vardı; sözlerinin gerisinde sürekli bir maksat, yorulmak bilmeyen bir soruşturup öğrenme isteği sezilirdi.

Konuşmamda sizlere Atatürk'ün kahvaltıda neler yediğinden, elbiselerini kime diktirdiğinden, ne marka diş macunu kullandığından niçin söz etmediğimi artık anlamışsınızdır sanırım. Ben de bilmiyorum ve zaten ne önemi var bunların?

Ben burada Atatürk'ü bir insan olarak ele aldım ve bu konuda son bir söz söyleyeceğim. Yumuşak bir adam değildi, çünkü hayatı çetin mücadelelerle yoğrulmuştu. Fakat âdildi. Kesin düşünceleri vardı, ancak başkalarını dinlemeye her zaman hazırdı...

Çevresinden bağlılık bekler ve bunu hak ederdi. Kazandığı kuvvet hiçbir zaman başını döndürmedi. Küçüklük nedir bilmezdi. 

Her şeyden önce Türk ulusunun iyiliğini düşünür ve bunu barışta, güvenlikte, ilericilik ve kardeşlikte bulurdu, savaş ve fetihte değil. Sert görünüşüne, çabuk duygulanan bir kimse olmayışına rağmen çevresinden saygı görmek İhtiyacını derinden duyduğunu sanıyorum. 

Serinkanlılıkla düşünebilmek insanlara karşı duygusuz olmak değildir.3

Kaynak 3-Türk Dili Dergisi, Cilt XIV, Sayı 158 (1 Kasım 1964), s.109-113’te yayınlanan Ünal Aytür tercümesinden aktarılmıştır.
1-Loraine'’in 10 Kasım 1948 Anma Konuşması, Türkiye'de ilki 1981'de Atatürk'ün Doğumunun 100. Yılında Kemal Atatürk as i Knew Him) ve diğeri 1998'de Türkiye Cumhuriyeti’nin 75. Yılında (Sir Percy Loraine's Address on Atatürk 10 November 1948) Ankara'da The British Council tarafından İngilizce olarak iki kez yayınlanmıştır.
2-Esra Sarıkoyuncu Değerli, "Bir İngiliz Diplomatın Gözüyle Mustafa Kemal Atatürk", Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi Cilt XXIII, Sayı 67-68-69 (Mart-Temmuz-Kasım 2007), s. 209.

10 Mart 2020 Salı

6 subat 1923, Balikesir, calikusu

KADINLAR GÜNÜ VE EDİRNELİ İKİ ÇALI KUŞU. 🇹🇷️ Her şey Atatürk ve eşi Latife Hanım'ın 6 Şubat 1923 tarihinde Balıkesir, Balya ilçesi Akbaşlar köyünde bir mola vermesi ile başlar. Köylüler ile kır kahvesinde sohbet eden Gazi mekteplerin eğitimin öneminden bahseder. Eşi Latife Hanım da ; "Kemal, mektep bu oturduğumuz yerde yapılsın" diyerek okulun yerini belirler. Akbaş Köyü ileri gelenlerinden Ahmet Akbaş, Gazi Mustafa Kemal ve eşinin köyden ayrılmalarının ardından işe girişir.Akbaş köylülerinin gayreti ve katkıları ile 1929 yılında "Akbaş Köyü İlkokulu" olarak eğitim ve öğretime açılır. Öğretmen olarak Balıkesir'den İlyas Faruk Bey gönderilir. Ancak köy halkı öğretmenin erkek olması nedeniyle kız çocuklarını okula göndermekten imtina edince, 1936 yılında Edirne'den Necmiye Önder ve İffet Türközü adlarında iki genç hanım öğretmen olarak atanır. Köy tarihinde ''Kızlar'' olarak anılan iki genç kadının göreve başlaması ve köy halkınca sevilmesiyle, kız-erkek ayrımı yapılmadan tüm çocuklar okula başlar.  

9 Mart 2020 Pazartesi

20 kasim 1918, pera palas, sir William Birdwood

TOPAL BACAKLI MAREŞAL Siyah beyaz fotoğrafa bir bakın önce.. Bir cenaze töreni yapılıyor. Tabloya bakılırsa önemli biri olmalı. Balkonda ise tabutta yatanı selamlayan bir asker var. Kıyafetine bakılırsa Türk değil gibi. Ama yüksek rütbeli bir asker olduğu belli. Hadi gelin bu adamın hikayesine kulak verelim. Bu adamın duygu dolu ibretlik hikayesine.. 

Gördüğünüz kişi Sir William Birdwood. Çanakkale savaşında Anzak Orduları Başkomutanı. Asker ve donanım açısından daha üstün olmalarına rağmen Atatürk’e üç kere yenilir savaşta, bacağı da sakatlanır ama buna rağmen onun dehasına ve kişiliğine karşı büyük hayranlığı vardır. Bu hayranlık savaş sonrasında da devam eder. 1935 yılında Mareşal olur son görevi “Hindistan Ordusu Başkomutanlığı”dır. Atatürk hayranlığı ve sevgisi hala sıcaklığını korumaktadır. Atatürk öldüğünde de rahatsızlığına ve emekli olmasına rağmen İngiltere adına cenaze törenine katılmak için talepte bulunur. Talebi kabul edilince İstanbul’a gelir. Bacağını sürükleye sürükleye tabutunun ardında yürür. Ankara’daki törende artık ayağı incinmiş ayakta zor durmaktadır. Halkevi binası balkonuna çıkarırlar.. Geçici kabrine götürülecek olan tabutun geçişi sırasında kılıcından destek alarak ayağa kalkar elindeki asayı kaldırarak selamlar onu. Bu sırada artık duygularını kontrol edemeyerek ağlamaktadır. Tören sonrasında hemen ayrılmaz birkaç gün daha kalır Ankara’da. Bir gün etrafında Türk yetkililerin de olduğu bir ortamda cebinden bir kalem ve üzerinde kroki olan bir kağıt çıkararak masaya koyar, şu anıyı anlatır onlara: Tarih

20 Kasım 1918 (Bir kaynağa göre 16 Kasım) Birdwood karargahı ile Pera Palas oteline yerleşmiştir. Mustafa Kemal’in de otelde bir dairesi olduğunu bilen Birdwood onunla görüşmek ister. Bunun için kendisine refakat subayı olarak verilmiş olan sporcu Sedat Rıza Bey’i araya sokar. -“Buyursunlar” der Mustafa Kemal. İki general karşı karşıyadır. Birdwood çok saygılıdır. Mustafa Kemal Paşa’nın yanında Rasim Ferit Bey de vardır. Hoşbeşten sonra Birdwood, iki yıldır kafasını kemiren “bizi nasıl yendi?” sorusunun yanıtını almak ister: -“Sayın komutan bizi nasıl yendiniz?” Mustafa Kemal’den bir başkası, dünya savaş tarihinde benzerine az rastlanır bu başarısından böbürlene bilirdi. Oysa o, -tıpkı Trikopis’e davrandığı gibi - yenilginin ezilmişliği altındaki bu general’in onurunu korur. “-Sizin de, bizim de tarih dergilerimiz var”, der; tarih yazar. Birdwood ricasını yineler: -“Ekselans, sizin ağzınızdan dinlemek istiyorum. Lütfediniz.” Mustafa Kemal, yanındaki Rasim Ferit Bey’den kağıt kalem ister; o da bir parça kağıt ile altın muhafazalı kurşun kalemini uzatır. Mustafa Kemal bir kroki çizer, kağıt üzerindeki yerlerini işaret ederek; -“Su tarihte karaya çıktınız, der; filanca saate kadar şurada durdunuz. Biz de şu hattaydık. Her şey sizin lehinizdeydi. Niçin çizgide durdunuz ve niçin ilerlemediniz?” -“Askerlerimiz çok yorulmuştu, diye yanıtlar Birdwood.” Mustafa Kemal bu kez de Conkbayırı krokisini çizer: -“Siz filanca gün şu yöne hareket ettiniz, şu durumu aldınız; niçin ilerlemediniz?” -“Biz ilerledikçe arkadan su yetişmedi. Askerlerimiz susuz kaldı ve durdu.” Atalarımız yaralıya kurşun atılmaz der. Mustafa Kemal’de Türk soyluluk ve erdemini şu esprisiyle dile getirir: -“Görüyorsunuz ya ben bir şey yapmadım. Önce yorgunluk, sonra susuzluk durdurdu ordunuzu.” Birdwood ayağa kalkar, Mustafa Kemal’i kucaklar: -“Sizin gibi kahraman ve yüksek karakterli bir asker tanımadım.” dedikten sonra krokiyi ve kalemi işaret ederek: -"İzin verir misiniz" der; "bu kroki ve kalemi değerli bir hatıra olarak saklayayım.” Ve saklar. Cenaze törenine gelirken de yanında getirmiştir.

 NOT: Ne denir ki.. Düşmanlarının bile sevdiği, değerini takdir ettiği, hayranlık duyduğu bir adam. Günahıyla sevabıyla ülkenin kurucusu. Çok daha fazlası olmalı elbet ama sakat bacağıyla acı çeke çeke onun tabutunun arkasından yürüyen şu adamın gösterdiği saygıyı gösteremeyen ve yetmezmiş gibi bilir bilmez hakkında atıp tutan, hakaretler eden insanlarımız var. Vefa bir semt ismi miydi sadece İstanbul’da? Prof. Dr. Utkan Kocatürk

1 Mart 2020 Pazar

15 mart 1923, Adana, Savas

"Behemehal şu ve bu sebepler için milleti harbe sürüklemek taraftarı değilim. Harp zaruri ve hayatî olmalı. Hakiki kanaatim şudur: Milleti savaşa götürünce vicdanımda azap duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı 'ölmeyeceğiz' diye harbe girebiliriz. Lâkin milletin hayatı tehlikeye maruz kalmayınca, savaş bir cinayettir.”
 15 Mart 1923 Gazi Mustafa Kemal Paşa Kaynak: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. II. Cilt, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü yayınları: 1., Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1959, sayfa: 124. (Hakimiyeti Milliye gazetesi, – Mart 1923)

1915, Canakkale, Macit Ayral

1915, Anafartalar, Mustafa Kemal bir gün sipere girdiği zaman, duvarların üzerinde Kur’an-ı Kerim’den elle yazılmış ayetler ve Allah’ın büyük isimlerinin yazıldığı kağıtlar gördü. Bu güzel yazılar, askere yüksek moral ve güç veriyordu. Yarbay Mustafa Kemal, sayfaları dikkatle okurken birisinin önünde takılıp kaldı. ‘Bunu yazanı hemen bulup bana getirin’ dedi. Biraz sonra o yazıların sahibi karşısındaydı. ‘Buyurun komutanım, ben İstanbullu Macid’ dedi. Mustafa Kemal ise Ayral’a hemen siperden çıkmasını emredip, ‘Çık ve İstanbul’a dön, güzel yazı yazmaya devam et. Senin yerine siperlere girecek binlerce gönüllü Mehmetçik var, ama bu kadar güzel yazı yazabilen sanatçıyı bu millet çok az bulur’ dedi. Atatürk’ün o hassasiyeti ve emri olmasa, hattat Macid Ayral da belki Çanakkale şehitleri arasında meçhul bir asker olacak, dünyadan ayrılacak ve dünya bu müthiş hat ustasını tanıyamayacaktı.”

23 Şubat 2020 Pazar

1929, yalovali Sigirtmac Mustafa

Atatürk'ün manevi evlatlarından 'Sığırtmaç Mustafa'nın anısı.. Çobanlıktan Binbaşılığa giden bir hayat.... 1929 yılının yaz başlangıcıydı. Her günkü gibi sürülerimi almış, otlamaya çıkmıştım. Dağılan sürülerimi toplayarak Balaban Deresi'ne (Yalova) indim. Sığırlarımı otlatarak çiftliğe dönüyordum. Uzaktan yirmi kadar atlı göründü. Aldırmadım. Yoluma devam ettim. Ama en öndeki atlının bana doğru geldiğini gördüm. Atından inerek çiftliğin yolunu sordu. Elimle işaret ederek: - Siz yanlış yoldan gelmişsiniz, çiftliğin yolu şurasıdır, dedim. Atlı tekrar bana dönerek adımı sordu: - Mustafa, diye cevap verdim. O anda yüzünde bir gülümseme belirdi. - Benim de adım Mustafa. Demek adaşız.. Sonra birden ciddileşti, aramızda şu konuşma geçti: -Sen Gazi'yi tanır mısın? -Tanırım -Onu sever misin? -Severim -Niçin seversin? -Paşa olduğu için severim! Tekrar gülümsedi. - Aferin oğlum böyle olmalı! - Sen ne iş yaparsın? Çocuk aklımla mantıklı cevaplar bulmaya çalışıyordum. - İşte bu gördüğün sığırları güderim. - Ne kadar para alıyorsun? - Ayda üç lira. - Peki, söyle bakalım ayda üç lira senede ne kadar eder? - Otuz altı lira eder. Sorular bitmiyordu. Bu kez: - Sana bu kadar para versem ne yaparsın? - Bu parayı almam ki! - Neden almazsın? Biraz duraklayarak sözlerime devam ettim: - Otuz altı lira çok para, ailem nereden aldın diye sorar. Tanımadığım o güleç yüzlü atlı, tekrar bana gülümseyerek: - Aferin oğlum, böyle olmalı. Fakat bu parayı yol gösterdiğin için veriyorum sana. Kimse bir şey söyleyemez.... - Otuz altı lirayı bir şartla kabul edebilirim. Yolda yemek için getirdiğim bir torba ceviz vardı. Bu cevizleri alırsan ben de dediğin paraları alırım. Ben, ona cevizleri o da bana parayı verdi. Böylece ödeşmiş olduk. Atına bindi. Bana döndü: - Benim de adım Mustafa. Yalnız benimkinin yanında Kemal'i var. Mustafa ile Kemal bir araya gelince ne olur? - Sen koskoca Gazi Mustafa Kemal Paşa'sın! Kafamda şimşek gibi bir şey çaktı. Bu, Mustafa Kemal Paşa'ydı. Evet, bütün dünyayı dize getiren koskoca Komutan Gazi Mustafa Kemal Paşa. - Beni başka bir yerde görsen tanır mısın? Başımı salladım. - Tanımaz mıyım? Sen koskoca Gazi Mustafa Kemal Paşa'sın! Atlılar, atlarını dört nala sürerek yanımdan ayrıldı. Ben de sığırlarımı alarak çiftliğe döndüm. Ertesi gün birkaç kişi evimize gelerek izin verirlerse beni Ata'ya götürmek istediklerini söylemişler. Sığırtmaç kıyafetiyle Kaplıcalara götürdüler. Arabadan inerek büyükçe bir kapıdan, salona yöneldik. Salondan içeri girince ayakta duran bir şahıs, bana: -Hoşgeldin, beni tanıdın mı? (Bu kişi Abdurrahım Tunçak'tır) Ben de kendisini tanımadığımı, o güne değin hiç görmediğimi söyledim. O ise bir gün önce bana çiftliğin yolunu sorduğunu, kendisine para karşılığı ceviz verdiğimi söylüyordu. Israrla söylediği şahsın kendisi olmadığını belirttim. O sırada salonun perdesi kıpırdadı ve ardından Mustafa Kemal göründü. Başımı okşayarak: - Aferin oğlum, sandığımdan da dikkatliymişsin. Benzetmeyi çok kolay fark ettin! Hemen eline sarılarak öptüm. - Mustafa, seni çiftliğime kahya yapmak istiyorum. İster misin? Cevap vermedim. Tekrar bana döndü: - Kahyalık işi için sana ayda dört lira versem yeter mi? - Siz bilirsiniz. - Hayır Mustafa, seni kahya yapmayacağım. Seni okula göndermek istiyorum. Orada okuma yazma öğrenip bir meslek sahibi olacaksın. O kadar sevinmiştim ki, nasıl hareket edeceğimi bilemiyordum. Ata, sığırtmaç kıyafetimle birlikte fotoğraf çektirdikten sonra bana yeni kıyafetler giydirtti. Birkaç gün Ata'mın yanında kaldım. O sıralarda bakımsızlıktan cılız, çelimsiz ve hasta bir çocuktum. Şişli'deki Çocuk Hastanesi'ne yatırıldım. Tedavim yapıldı ve özel hocalar sayesinde çok kısa sürede okuma yazma öğrendim. Dört ayda çok değişmiştim. Gürbüz bir çocuk olmuştum. Hastaneden çıktıktan sonra Beşiktaş'taki 19'uncu ilkokula başladım. Ata'mla sık sık görüşüyorduk. Beni en kısa sürede çok sevdiği ordusunun bir subayı olarak görmek istediğini söylüyordu. Bulunduğum toplantılarda beni "Genç Türkiye Cumhuriyeti'nin gelecekteki genç subayı, benim Mustafa'm" diye övüyordu. Kuleli Askeri Lisesi'ne girdim. Mezuniyetime iki sene kala o koskoca insanı kaybettim. Dünyam yıkıldı, hayatta yapayalnızdım. Kendimi toparlayarak onun isteğini yerine getirdim. Kuleli'den 1941/B'li olarak daha sonra da Kara Harp Okulu'ndan mezun oldum. Ordudan ayrılıncaya dek bana gösterdiği yoldan ayrılmayarak Ata'ma yaraşır bir evlat olmaya çalıştım. Öyle ya Ata'sına ancak böyle çocuklar yakışır. Ne mutlu Ata'nın çocuğuyum diyebilenlere." Çeşitli askerlik şubelerinde görev aldıktan sonra 1960 yılında kalp rahatsızlığı nedeniyle binbaşı rütbesindeyken emekliye ayrıldı ve ömrünün son yıllarını Yalova’da geçirdi. 15 Ocak 1987’de yaşamını yitirdi ve Yalova’da toprağa verildi.