İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

7 Kasım 2019 Perşembe

7 Kasim 1938, dolmabahce sarayi

7 KASIM 1938 – Atatürk, yarı uyur yarı uyanıktı. Zaman zaman bilincini kaybediyordu. Ömründe ilk defa canı "enginar" çekti. İstanbul'da bulmak mümkün değildi, Hatay'a telgraf çekildi. Yetişmedi, yemek kısmet olmadı. (Kaynak: Yılmaz Özdil, Mustafa Kemal)

7 Kasım 1938 Atatürk'e son defa karnından su alınma işlemi (ponksiyon) yapıldı. Atatürk'ün Karın Boşluğunda Sıvı Birikmesi Ve Ponksiyonlar: Atatürk, karın delme suretiyle sıvı alınmasını vahim ve tehlikeli bir ameliye olarak düşünüyordu. Daha önceleri Dr. Şakir Ahmet Ediz'e sorduğu suali bir başka gün tekrar doktorlarına: -"Su alma ameliyesi tehlikeli midir, acı verir mi?" diye sorar. Doktorlar onu kaygılandırmamak için çok basit olduğunu, hatta bu işi kendileri değil, asistanlarına yaptırdıklarını söylüyorlardı. Atatürk bu müdahale sırasında bağırsakların delinmesinden korkuyordu, bu endişe ile uzun zamandan beri düşündüğü vasiyetini geciktirmeden bitirmek istediğinden, 5 Eylül 1938 günü Dolmabahçe Saray'ında vasiyetini yazdırır. Dr. Fiessinger'in üçüncü defa İstanbul'a gelişinde onun onayı ile 7 Eylül 1938 günü Op.Dr. Mim Kemal Öke tarafından ilk karın ponksiyonu (karından sıvı alma işlemi) yapılır. Dr. Neşet Ömer İrdelp karaciğer yetmezliğinden dolayı ponksiyonun lokal anestezi tetkik edilmeden yapılmasını ve az miktarda sıvı boşaltılmasını istiyordu. Dr. Mim Kemal Öke Atatürk'e daha önceleri cerrahi müdahalede bulunduğu için onun ağrıya duyarlılığını bildiğinden cilt altına lokal anestezi yaptıktan sonra ponksiyonu yapar. Atatürk'ün karın boşluğundan 10,5 kilo sıvı boşaltılır. Asım Arar ve Bedi Şehsuvaroğlu'na göre 12 kilo, Hasan Rıza Soyak'a göre ise 12 kilodan fazla sıvı boşaltılmıştır. Sıvı boşaltıldıktan sonra, Atatürk adeta birden bire zayıflamıştı. Karnına büyük bir sargı sarılır, rahatladıktan sonra sigara ve kahve içer. Kendisine ponksiyon yapılan iğneyi görmek ister. Dr. Mim Kemal Öke kendisine daha ince bir iğne gösterir. Atatürk bunu görünce: -"Aman bu kazma anestezisiz mi batırıldı. Bir kaç defa anestezi yapılmadan bu yapılamazdı. Fakat bir diğeri icap ederse rica ederim daha incesini intihap (seçim) edelim" der. Kendisine geçmiş olsun diyen Kılıç Ali'ye Atatürk; -"Çıkan suyu gördün mü? Bu kadar bir su kabı insanın karnı üzerine konsa nasıl tahamül eder? Bak ben ne haldeyim nasıl tahamül etmişim" der. 19 Eylül 1938 günüde Dr. Nihat Reşat Belger ve Dr. Neşat Ömer İrdelp'in müşterek raporlarında Atatürk'ün çok yorgun ve halsiz olduğu ve karında assitin toplanmasının devam ettiği ve ilk ponksiyondan önceki seviyeye geldiği belirtilmişti. 22 Eylül 1938 günü Atatürk'ten ikinci defa ponksiyonla sıvı boşaltılır. Ponksiyon yine Dr. Mim Kemal Öke tarafından lokal anestezi ile yapılır. 10 litre sıvı boşaltılır. 7 Kasım 1938 Salı sabahı, doktorlardan daha fazla dayanamayacağından sıvını derhal alınmasını kati bir lisanla ister. Dr. Nihat Reşad Belger'e -"Doktor karnımdan bu suyu çekmek zamanı geldi; çünkü bu mayi benim nefesime dokunuyor. Soluk almamı güçleştiriyor. Bunu çekip alın" der. Doktorlar hiç değilse 24 saat geçiktirmek için Dr. Mim Kemal Öke'nin sarayda olmadığını, o saatte Gülhane'de talebelerine ders vermekte olduğunu, bu işlemin ertesi güne ertelenmesini rica ederler. Fakat Atatürk; -"İşte doktor Mehmet Kamil Bey var zaten bu işi en iyi beceren de o imiş, o yapsın" diye diretir. Doktorlar hazırlık yapmak için odadan çıktıktan sonra kaşlarını çatar, hiddetli bir sesle; -"Niçin tereddüt ediyorlar... olacak olur!" Karnını işaret ederek; -"Bu insuportable'dır" der. Üçüncü karın ponksiyonu aynı gün saat 12:20'de Dr. Mehmet Kamil Berk tarafından yapılır. Atatürk karında biriken sıvının hepsinin çekilmesini ısrarla emretmektedir. Doktorlara; -"Kaç litre var? Sayın!" diyordu. Dr. Nihat Reşat Belger her yarım litreyi bir sayarak "on iki litre" der. Hakikatte 6 litre sıvı boşaltılmıştı.
 (Kaynak: Atatürk'ün Sağlığı Hastalıkları Ve Ölümü, Dr. Eren Akçiçek, İzmir Güven Kitabevi, 2005, ISBN: 975-6240-05-9. Sayfa:212-22)

ocak 1912, trablusgarp

Trablusgarp savaşı başladığında Osmanlı'nın bölgeye gidecek hali yoktur. Bir avuç subay, kendilerinden 10 kat fazla kuvvete karşı savaşmak üzere karayoluyla ve gizlice bölgeye koşmaya karar verirler. Binbaşı Mustafa Kemal de çocukluk arkadaşları Nuri ve Fuat'la birlikte yola koyulur. Harbiye Nezareti, "Yakalanırsanız ‘Hükûmetin bilgisi dışında seyahat ediyoruz' diyeceksiniz” diye tembihlemiştir. “Şerif” takma adıyla, bir gazeteci kimliğiyle gider oraya gider. Yolda hastalanır. 15 gün İskenderiye'de yatar. Kasım sonu önce trenle Mısır'a girerler. Çölü aşmak için bir süre atla, 8 gün deve sırtında seyahat ederler. Develerin yükü artınca yaya yürürler. Geceleri çadırda kalıyorlardır. Mustafa Kemal fasulye ayıklıyor, Fuat pişiriyordur. Susuz, ağaçsız Mısır çölünü, rüyalarında Rumeli'yi görerek aşarlar. Son tren istasyonunda Mısırlı bir subay kimlik kontrolü yapar. Arap kılığına bürünmüşlerdir, ama mavi gözleri Mustafa Kemal'i ele veriyordur. Yakalanacaklarını anlayınca, kimliğini açıklar; Mısırlı'nın dini duygularına hitap eder: "Gâvurlara karşı kutsal cihada katılmaya gidiyoruz" der. Sınırı böyle geçerler. Üniformalarını giyerler; silahlarını gizledikleri yerlerden çıkarıp savaşa katılırlar. Bir avuç gönüllü, şimdi Kuzey Afrika'daki son vatan toprağını savunacaklardır. Fuat Bulca savaşın en kritik gününü Cemal Kutay'a şöyle anlatmıştır: "Biz harabeler içinde mücadeleye devam ederken Mustafa Kemal'in yanındaki az sayıda arkadaşı ile Kasr-ı Harun'un merkez binasına kadar ilerlediği ve buraya daldığı görüldü." "İşte bu sırada gökyüzünde bir gürültü duydum. İki İtalyan hücum uçağı çok alçaktan uçuyor ve bizim arkamıza saldırarak bombalarını koyuveriyordu. (...) Mustafa Kemal'in yanına vardığımda onun yüzünü tanınmaz bir halde buldum. Bir elinde kılıcı vardı, diğer elinde mendili gözünü kapatıyordu. Yaralandığını zannettim. Hayır, yaralı değildi. Fakat harabeler arasında yıkılan bir sütundan fırlayan kireçli bir taş parçası şiddetle gözüne çarpmıştı. Sönmüş kireç olmasına rağmen, bir kısmı göze nüfuz etmişti." İşte bu taarruz esnasında İtalyan uçaklarının bombardımanı nedeniyle Mustafa Kemal'in gözü zarar görür.
 Ocak 1912'deki baskından sonra Mustafa Kemal, Derne'de hastaneye yatırılır. Gözü kanlıdır. Ateşi vardır. İlk müdahalenin ardından Selanik'e dönmesi tavsiyesi edilir ama dinlemez. Bir ay kadar hastanede yatar. Derne Komutanlığı'na atanınca iyileşmeden kalkıp savaşa katılır. Ancak hastalığı nükseder. 15 gün yataktan kalkamaz. Gözlerini açamayacak haldedir. Zarar gören gözü görmüyordur. "Zamanla açılır" diyen doktorlara inanmaz. 24 Ekim 1912 günü Derne'den ayrılır. Mısır ve Romanya üzerinden İstanbul'a döner. Kasımda Viyana'ya gidip, tanınmış bir göz hekimine muayene olur. İşte Atatürk'ün gözündeki hafif şehlalık Trablusgarp harbinde gösterdiği bu kahramanlıktan ötürüdür.

25 Ekim 2019 Cuma

1931 sonbahari, dolmabahce, andimiz

1931 sonbaharıydı. Hukukçularla, tarihçilerle, sanatçılarla oturulan Dolmabahçe'deki sofranın o akşamki konusu eğitimdi. Her servis tabağının yanında birer not defteri vardı, konuklar hem sohbet ediyor, hem not alıyordu. Yemek bahaneydi… Demokrasi sofrasıydı. Özgürce konuşuluyordu. Herkes fikrini açık açık dile getiriyordu. Aydın milletvekili Reşit Galip gözünü budaktan sakınmayan bir yurtsever, lafını esirgemeyen atak bir devrimciydi. Masanın başında oturan Mustafa Kemal'in Harbiye'den öğretmeni olan Milli Eğitim Bakanı Esat Sagay'ı hayli sert dille eleştiriyordu, neredeyse gericilikle suçluyordu. Mustafa Kemal dayanamayıp “burada bulunmayan hocam hakkında böyle konuşmanıza müsaade edemem, onun da bulunduğu ortamda konuşursunuz” deyince, Reşit Galip öfkeyle kafa tuttu… “Biz karşılık beklemeden yırtık gömlekle çalışıyoruz, siz bizi azarlıyorsunuz” deyiverdi! Sofra tel gibi gerilmişti. Mustafa Kemal babacan ses tonuyla karşılık verdi. “Yoruldunuz artık, buyrun istirahat edin” diyerek, kibarca sofradan kalkmasını istedi. Ama, Reşit Galip geri adım atmadı, tam tersine iyice diklendi. “Burası sizin sofranız değil, milletin sofrası, milletin işlerini görüşüyoruz, burada oturmak sizin kadar benim de hakkım” dedi! Hava iyice buz kesmişti. Memleketin en güçlü insanı Mustafa Kemal, dünya demokrasi tarihine geçecek bir davranışta bulundu… “Öyleyse ben kalkayım” dedi! Kalktı, salondan çıktı. Bu hadise kulaktan kulağa yayıldı. Ankara'ya dönen Reşit Galip her girdiği ortamda eleştiriye uğruyordu, ölçüyü kaçırdığı için mahçuptu. Tatsızlığa yine Mustafa Kemal son verdi. Bir hafta kadar sonra Reşit Galip'i yine sofraya davet etti, her zamanki sıcaklığıyla hiçbir şey olmamış gibi sohbet etti. Ve hatta… Fikirlerini savunmak için karakterinden taviz vermeyen, zoru görünce eğilip bükülmeyen, kendisine bile kafa tutmaktan çekinmeyen bu yürekli devrimciyi Milli Eğitim Bakanı yaptı! ★ Andımızı… Reşit Galip yazdı. 

3 Ekim 2019 Perşembe

aralik 1932, ankara

ATATÜRK VE DİN! Dinin bir kültür mirası olması, camilerle mekteplerin birbirlerinin tamamlayıcıları olarak görülmesi ve gösterilmesi açısından, Çankaya Köşkün de yaşanan şu olay bir ders niteliğindedir… 1932 yılının Aralık ayı, günlerden perşembe… Ankara’da müthiş bir kış var. Gazi’nin sofrasında, yakın arkadaşlarının yanı sıra bazı gazeteciler ve üniversite hocaları bulunuyor. Yemekler yenmiş, ülke sorunları ile ilgili heyecanlı tartışmalar yapılmış, konular enine boyuna konuşulmuş, saatlerin ilerlemesiyle iş sohbete, muhabbete dönüşmüş. İşte böyle mutluluk dolu bir gecenin sonlarına doğru, Gazi yanında oturan Salih (Bozok) Bey’e dönerek sorar, - Çocuk, yarın günlerden ne? - Cuma, Paşa Hazretleri! - Yarın Hacıbayram Camisi’nde Cuma hutbesini kim okuyacak? Salih (Bozok) Bey şaşkınlığını saklamaya çalışarak cevap verir, - Bilemiyorum Paşa Hazretleri. - Peki. Şimdi birini gönder caminin hocasını buraya davet edelim, misafirimiz olsun. Saatler gece yarısını geçmiştir. Dışarıda müthiş bir ayaz vardır. O sırada Çankaya’dan Ulus’un Karaoğlan semtine yakın bir yerde bulunan Hacıbayram Camisi’ne gitmek büyük bir meseledir, ama emir büyük yerdendir. Salih Bey hemen sofradan kalkar, bir araba temin edilir. Hoca köşke getirilir. Hoca Efendi’yi köşkün kapısında Salih Bey karşılar. Hocanın üstünde cüppe, başında takke, gözlerinde uyku mahmurluğu vardır. Salih (Bozok) Bey, kendisine hoş geldin dedikten sonra, - Hoca Efendi, arzu ederseniz kıyafetinizi değiştirelim. Benim elbiselerim size uyar. Gazi’nin huzuruna böyle çıkmasanız iyi olur, der. Hoca “Hayır” anlamında başını sallar. Salih Bey de fazla ısrarcı olmaz. Beraberce Gazi’nin sofrasının bulunduğu salona girerler. Mustafa Kemal, Hoca Efendi’yi güleryüzle karşılar, masasına buyur eder ve karşısına oturtur. Hocayı tanımaz, ama methini daha önceden duymuştur. Aydın ve zeki bir hoca olduğunu bilmektedir. Hoca’ya yakınlık gösterir, portakal suyu ikram eder, halini, hatırını, geçimini sorar. Hoca hayatından memnun olduğunu söyler, sohbet derinleşir. Masadakiler konuşulanları ilgiyle izlerler. Nihayet sıra Gazi’nin, Hoca’ya sormak istediği esas soruya gelir. - Hoca Efendi, yarın cuma. Cuma hutbesinde vatandaşlarımıza neler anlatacaksınız?” Hoca hiç de beklemediği bu soru karşısında biraz şaşırır, ama belli etmemeye çalışır. Şaşıran sadece Hoca değildir. Sofranın konukları da aynı durumdadır. Hoca kendini toparlar ve cevap verir. - Cennetten ve cehennemden bahsedeceğim. - Güzel… Başka neler anlatacaksınız? - Günahtan, sevaptan bahsedeceğim. Hoca Efendi zekidir, ama Gazi de ısrarlıdır. - Başka, başka neler anlatacaksınız Hoca Efendi? - Haramdan, helâlden bahsedeceğim. Gazi, Hoca Efendi’den beklediği ve istediği cevabı alamamıştır. Sofradakiler de Gazi’nin ısrarını anlayamamışlardır. Salon bir anda sessizliğe bürünür. Hiç kimsede çıt yoktur. Dışarıda yağan kar taneleri sanki sofranın üzerine düşmektedir. Herkes adeta buz kesilmiştir. Gazi’yi, yakından tanıyanlar, dışarıda esen fırtınanın çok daha fazlasının masanın etrafında ve Hoca’nın tepesinde eseceğini tahmin ediyorlardır. Bu fırtınadan kendilerine de pay düşeceğinin endişesi içindedirler, ama yanılırlar. Gazi sessizliği bozar. - Hoca Efendi, elbette bunları anlatacaksınız. Halkı hurafe ve safsataya karşı uyaracaksınız. Bu sizin asli göreviniz. Ama bir başka göreviniz daha var ki, bu sizin ve sizin gibilerin esas görevidir. Savaştan çıkmış olan bu millete anlatacağınız başka şeyler de var. Asırlardan beri, kara cehalet içinde bırakılan bu asil halka, gerçekleri ve doğruları anlatmak sizin esas göreviniz olmalıdır. Camiler sadece yatılıp kalkılan yerler değildir. Camiler yalnız dinin değil, siz aydın hocalar sayesinde, doğruların, gerçeklerin, güzelliklerin konuşulup, tartışılıp öğrenildiği ilim ve irfan ocakları olmalıdır. Böyle olmasını da sizler sağlayacaksınız. Binlerce şehidimizin canları pahasına elde ettiğimiz hürriyet ve bağımsızlığımızın, cumhuriyetimizin, el birliği ile elde ettiğimiz devrimlerimizin nimetlerini halkımıza sizler anlatmayacaksınız da kimler anlatacak? Eski harflerin gidip yeni harflerinin geldiğini, okkanın gidip, kilonun geldiğini, arşının gidip metrenin geldiğini, takkenin, cübbenin gidip medeni kıyafetin geldiğini, mecellenin gidip Medeni Kanun’un geldiğini halka sizler anlatmayacaksınız da kimler anlatacak? Hoca dahil herkesin başı öne eğilmiştir. Kimse Mustafa Kemal’in çakmak çakmak yanan gözlerinin içine bakmaya cesaret edemez. Saatler gibi geçen birkaç saniye sonra, Hoca Efendi yarı üzgün, yarı mahcup hafifçe başını kaldırır: - Haklısınız Paşa Hazretleri! Mustafa Kemal’in yüzü tekrar güler. - Hadi Hoca Efendi, göreyim seni. Cumhuriyetimizin geleceği, devrimlerimizin korunması açısından sizlere büyük görevler düşüyor. Gazi, Salih Bey’e döner. - Salih Bey, bu gece Hoca Efendi misafirimiz olacak. Sen ve Ruşen Bey hocamızı cumhuriyetimizin nimetleri hakkında irşat edeceksiniz (aydınlatacaksınız, bilgilendireceksiniz) Hoca Efendi de yarın bu konularda halkı aydınlatacak. Sizler yarın Hoca Efendi’yi dinlemeye gideceksiniz. Başta Hoca Efendi olmak üzere, Salih ve Ruşen beyler salondan çıkarken, Gazi dönerek sorar. - Hoca Efendi yarınki hutbenizi bu kıyafetle mi vereceksiniz? - Evet. Paşa Hazretleri. Gazi bu cevap üzerine Salih Bey’e şu emri verir: - Salih Bey, hemen şimdi benim terzime haber verin, acele gelsin. Sizler Hoca’mızı bilgilendirirken, terzi de Hoca Efendi’ye güzel bir siyah elbise diksin. Cuma Hutbesi’ne yetiştirsin. Hoca Efendi için bir çift siyah iskarpin ve siyah bir pardösüyü de temin etmeyi unutmayın. O gece sabaha kadar her şey Gazi’nin dediği gibi yapılır. Cuma günü öğle hutbesinde akşam Çankaya Köşkü’nde bulunan bütün misafirler tam kadro bir halde camiye Hoca Efendi’yi dinlemeye gelmişlerdir. Hoca yeni ve şık kıyafeti ile minberde, gözleri kamaştıracak kadar ilgi çekicidir. Harika bir vaaz verir. Kurtuluş Savaşı’ndan, yapılan devrimlerden ve onların nimetlerinden tek tek bahseder. Anlattıkça coşar, coştukça anlatır. Dinleyiciler öylesine etkilenirler ki, gözyaşları alkışlara karışır. Hocayı herkes içtenlikle kutlar. Bu hoca Sürmeneli Osman Hoca’dır. Atatürk ve devrimlerinin bir numaralı savunucusu olarak ömrünün sonuna kadar görevini yapmıştır. Hoca konu ile ilgili verdiği altı vaaz, 1934 yılında “Maarif Yayınları” tarafından küçük bir kitapçık haline getirilir. Kaynakça: Eriş Ülger. Türk Rönesans'ı ve Anılarda Gazi Mustafa Kemâl Atatürk. İnkılap Kitap Evi. (Basımı tükenmiştir) Aralık 1932, Sürmeneli Osman Hoca, Atatürk’ün sofrasına misafir edildikten sonra devrimlerle ilgili cuma hutbesini verirken…
Fotoğraf, Eriş Ülger’in özel arşivine Cemil Salih Bozok tarafından dahil edilmiştir.

2 Ekim 2019 Çarşamba

bozkurt

NEDEN ONA BOZKURT DEDİLER ? ATATÜRK, ZÜBEYDE HANIM, "Bozkurt"um Mustafam" diyerek bağrına bastığı için Bozkurt'tur. ATATÜRK, Kendi döneminin Adalet Bakanı olan Türkçü Mahmut Esat'ın "BOZKURT" soyadını almasını istediği için Bozkurt'tur. ATATÜRK, İlk yolcu gemisine "BOZKURT" adının konulmasını teklif ettiği için Bozkurt'ur. ATATÜRK, Petrol Ofisi'nin armasını "BOZKURT" olarak tasarlattığı için Bozkurt'ur. Günümüzdeki alevli figür daha sonra İsmet İnönü tarafından değiştirilmiştir. ATATÜRK, Diğer devletlerden kendisine "BOZKURT" heykeli hediye gönderildiği için bozkurttur. ATATÜRK, Türk Milli simgesi olan "BOZKURT'u" Yeni Türk Devleti'nin paralarının ve pullarının üzerinde kullandığı için Bozkurt'tur. ATATÜRK, Milli Eğitim Bakanlığı'nın girişine, Türklerin Ergenekon'dan çıkışını temsil eden bir resim yaptırdığı için Bozkurt'tur. ATATÜRK, Yerli malı olarak üretilmeye başlayan bir sigaraya "BOZKURT" adını uygun gördüğü ve bu sigaranın paket resminin "BOZKURT" olmasını istediği için Bozkurt'tur. ATATÜRK, Türk İzci Ocağı bünyesindeki Çocuklara "Yavru Kurt" yakıştırmasını yaptığı için Bozkurt'tur. ATATÜRK, Fuat Köprülü'nün Türkiyat Enstitüsü'nün amblemi nasıl olması gerektiğini sorduğun da...? "KARLI TANRI DAĞLARI'NIN ÖNÜNDE ELİNDE MEŞALE TUTAN BİR "BOZKURT" OLSUN. BU MEŞALE, GENÇ TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN İLMİNİN İFADESİ OLSUN. ERGENEKON'DAN ÇIKMAMIZDA KILAVUZ OLAN "BOZKURT" TÜRKLÜĞÜN ANADOLU TOPRAKLARINDAKİ YENİ DEVLETİ'NİN KURULUŞUNU İFADE ETSİN. Cevabını verdiği için Bozkurt'tur. ATATÜRK, Türk Ocakları'nın amblemini "BOZKURT" yaptığı için Bozkurt'tur. ATATÜRK, Türk İşbirliği ve Kalkınma idaresi Başkanlığı'nın amblemini "KURTBAŞI" olarak önerdiği için Bozkurt'tur. ATATÜRK, Ankara Üniversite'sinin diplomalarının alt köşesine "KURTBAŞI" amblemi koydurduğu için Bozkurt'tur. ATATÜRK, Çalışma masasındaki çağırma zili küçük bir "BOZKURT" heykeli olduğu için Bozkurt'tur. ATATÜRK, BOZKURT SOYLU, BOZKURT HUYLU, OLDUĞU İÇİN BOZKURT'TUR. Kamil Yüceoral

Ataturk un askeri gorevleri

Fotoğraf 1912 Trablusgarp-Derne Mustafa Kemal ve Enver Paşa... Atatürk'ün Askeri Görevleri; Şam'da 5. Ordu'nun emrinde kaldığı üç yıl içinde Suriye'nin hemen her yerini görevle dolaşmış, memleket idaresindeki aksaklıkları, ordunun eğitim ve öğretimindeki eksiklikleri daha da yakından görmüştü. Mustafa Kemal, burada 1906 yılı Ekim ayı içinde güvendiği bazı arkadaşlarıyla gizli olarak "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"ni kurdu. Bu arkadaşlarıyla beraber Beyrut, Yafa ve Kudüs'te de kurdukları cemiyeti genişletti. Bir ara gizli olarak Mısır ve Yunanistan yoluyla Selânik'e geçerek burada da "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"nin bir şubesini açtı ve tekrar Şam'a döndü. Şam'dan uzaklaşışı hükûmetçe duyuldu ise de âmirleri kendisini koruduğundan bir ceza yoluna gidilmedi. Bir süre daha Şam'da kaldı. Bu sıralarda 20 Haziran 1907 tarihinde Kolağası (kıdemli yüzbaşı) oldu ve Şam'daki Ordunun Kurmay Başkanlığında bir göreve getirildi. Mustafa Kemal, 13 Ekim 1907'de merkezi Manastır'da bulunan 3. Ordu Karargâhına atandı. Bu Karargâhın Selânik'teki şubesinde çalışmak üzere Selânik'e geldi. Bu sıralarda Selânik'teki "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti" üyelerini de içine almış olan Îttihat ve Terakki Cemiyeti" faaliyet halinde idi. Mustafa Kemal de Selânik'e gelişini takiben bu cemiyete dahil olarak hizmet görmeye başladı. Memleketin istibdat idaresinden kurtarılması, yapılacak yenilikler Onun da baş düşüncesiydi. Selânik'e gelişini takiben kısa bir süre sonra 22 Haziran 1908 de Üsküp-Selânik arasındaki demiryolu müfettişliği de 3. Ordu Karargâhındaki görevine ek olarak kendisine verildi. Bu esnada Rumeli'de büyük faaliyet gösteren "İttihat ve Terakki Cemiyeti" Abdülhamit'i,1876 Anayasası'nı yeniden yürürlüğe koymaya ve kapatılan Meclis-i Mebusan'ı tekrar toplantıya çağırmaya zorlamaktadır. "Ittihat ve Terakki Cemiyeti nin bu girişimleri adım adım II. Meşrutiyet'in ilânına uzandı. 23 Temmuz 1908 tarihinde İkinci Meşrutiyet ilân edildiği zaman Mustafa Kemal, Kolağası rütbesiyle Selânik'te askerî görevini sürdürmekte, bir yandan da "İttihat ve Terakki Cemiyeti" içinde çalışarak İstanbul'daki siyasî gelişmeleri yakından izlemektedir. O, II. Meşrutiyet gibi büyük bir inkılâbı takiben yapılanları kâfi görmüyor; bu fırsattan yararlanılarak memlekette daha büyük ve daha köklü değişikliklerin gerçekleştirilmesi gereğine inanıyordu.Fakat kendisinin görüşleri "İttihat ve Terakki Cemiyeti" ileri gelenlerinin görüş ve düşüncelerine uymadı. Buna rağmen, fikirleriyle zamanın söz sahibi kişilerini uyarmaktan da çekinmiyordu. II. Meşrutiyet'in ilânı üzerinden henüz bir sene geçmemişti ki, İstanbul'da 13 Nisan 1909'da bu harekete karşı, gerici çevrelerce desteklenen büyük bir isyan gelişti. Mustafa Kemal, 31 Mart Vak'ası olarak bilinen bu isyanı bastırmak üzere Rumeli'de oluşturulan Hareket Ordusu'nun Kurmay Başkanlığına getirildi ve bu ordu ile 19 Nisan 1909 tarihinde İstanbul'a geldi. Hareket Ordusu'nun gerek yolda gerekse İstanbul'daki sevk ve idaresinde Kurmay Başkanı olarak önemli hizmetler gördü. Hareket Ordusu'nun İstânbul'a girdiği gün halka hitaben yayımlanan beyannameyi kendisi yazmıştı. Hareket Ordusu'nun duruma hakim oluşundan sonra Abdülhamit tahttan indirildi, yerine Sultan Reşat getirildi. Mustafa Kemal, bu gerici olayın bastırılmasından sonra İstanbul'da çok kalmayarak 16 Mayıs 1909'da tekrar Selânik'e döndü. Bu sıralarda Selânik ve çevresinde yapılan mânevralarda, tatbikatlarda düşünce ve görüşlerini cesaretle savunuyor; bu ise bazı üstlerinin dikkatini çekerken bazılarının da tahammülsüzlüğüne sebep oluyordu. Kendisi, bir yandan da askerî eğitim konuları üzerinde telif ve tercüme eserler hazırlıyordu. O, II. Meşrutiyet'i takiben Ordu'nun "İttihat ve Terakki Cemiyeti" ile sıkı alâkasının ve siyasete karışmasının tehlikelerini sezinlemeye başlamış, bu görüşlerini 22 Eylül 1909'da Selânik'te toplanan "İttihat ve Terakki Bûyük Kongresi"nde açıkça dile getirmişti. Fâkat, cemiyetin önde gelenleri onun bu görüşlerini paylaşmadılar. Mustafa Kemal de kendisini cemiyetten uzak tutarak doğrudan doğruya askerî vazifesine verdi. "İttihat ve Terakki Cemiyeti" ile anlaşmazlığı ve aralarının açılması böyle başladı. Mustafa Kemal, Selânik'teki görevini başarı ile yürütürken 1910 yılı Eylül ayında Pikardi manevralarını izleme amacıyla Fransa'ya gönderildi. Burada Fransız Ordusunu ve komutanlarını yakından tanıdı. Selânik'e dönüşünden kısa süre sonra 1911 Mart'ında Arnavutluk'ta bir isyan çıktı. Bu isyanı bastırmak üzere düzenlenen harekâtta Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın yanında görev aldı. Mustafa Kemal, 15 Ocak 1911'de 3. Ordu Karargâhındaki görevinden alınarak evvelâ 5. Kolordu Karargâhında, daha sonra yine Selânik'te bulunan 38. Piyade Alayı'nda görevlendirildi. Bu atamadan amaç, kendisine kıta hizmeti gördürerek onu başarısızlığa sürüklemek; bu suretle şevk ve hevesini bir ölçüde kırmak idi. Ama O, bu görevde de büyük başarılar gösterdi; eskiden olduğu gibi yine kumandanlarının, arkadaşlarının sevgi ve saygısını kazandı. Selânik garnizonundaki subaylar gittikçe onun etrafında toplanıyorlardı. Bu durum 3. Ordu Müfettişliğinin hoşuna gitmedi. O'nu Selânik'teki vazifesinden ayırarak 27 Eylül 1911 tarihinde İstanbul'da Genelkurmay Başkanlığında bir göreve tayin ettiler. Mustafa Kemal, bu atama üzerine İstanbul'a gelerek bir süre Genelkurmay Başkanlığında çalıştı. 5 Ekim 1911'de İtalyanlar Trablusgarp'a hücum ederek istilâ hareketlerine başlamışlardı. Mustafa Kemal, bu bölgede görev almak üzere 15 Ekim 1911'de İstanbul'dan ayrıldı. Trablusgarp'a gelişini takiben bir süre Tobruk ve Derne Bölgelerinde gönüllü mahallî kuvvetlerin başında bulundu.12 Mart 1912 de Derne Komutanlığına getirildi. Bu sıralarda 27 Kasım 1911 tarihinde binbaşılığa terfi etti. 1912 yılı Ekim ayında Balkan Harbi başlamıştı. Mustafa Kemal, 24 Ekim 1912'de Trablusgarp'tan hareket ederek İstanbul'a geldi. 21 Kasım 1912'de Gelibolu'da bulunan Bahr-i Sefîd (Akdeniz) Boğazı Kuvay-ı Mürettebesi Komutanlığı Harekât Şubesi Müdürlüğüne atandı. Bu atama üzerine Gelibolu'ya geldi. Olaylar süratle gelişmiş, baba memleketi Selânik düşmüş, Bulgar Ordusu ilerleyerek Çatalca'ya kadar gelmişti. Bu elim vaziyet kendisini çok üzdü. Bu cephede bir süre sonra Bolayır Kolordusu Kurmay Başkanlığına getirildi. Bu görevde iken Dimetoka ve Edirne'nin düşmandan geri alınışında büyük hizmetler gördü. Mustafa Kemal, Balkan Harbi'nden sonra, 27 Ekim 1913 tarihinde Sofya Ataşemiliterliğine atandı.11 Ocak 1914 tarihinden itibaren Belgrat ve Çetine Ataşemiliterliklerini yürütme görevi de kendisine verildi. Sofya Ataşemiliterliği'ne atandığı günlerde yakın arkadaşı Ali Fethi (Okyar) de Sofya Elçiliği'ne atanmıştı. Mustafa Kemal Sofya Ataşemiliterliği esnasında 1 Mart 1914 tarihinde yarbaylığa terfi etti.1915 yılı Ocak sonlarına kadar Sofya'da kaldı. Bu sıralarda 1 Ağustos 1914'te Almanya'nın Rusya'ya harp ilânı ile I. Dünya Savaşı başlamıştı. Mustafa Kemal, gelişen siyasî ve askerî olayları büyük bir dikkatle izlemekte; bir taraftan da görüş ve düşüncelerini Harbiye Nezaretine bildirmekte idi. Ona göre katılma zorunlu hale gelmedikçe Osmanlı Devleti bu büyük savaşın dışında kalmalıydı. Ancak olayların süratle gelişmesi 29 Ekim 1914'te Osmanlı Devletini de ister istemez İttifak Devletleri yanında harbe girmek mecburiyetinde bıraktı. Mustafa Kemal, bu gelişmeler üzerine Başkumandanlıktan kendisine faal bir hizmet istedi ise de uzun süre bu isteği yerine getirilmedi. Nihayet ısrarı üzerine, kendisini 20 Ocak 1915, tarihinde, Tekirdağ'da teşkil edilecek 19. Tümen Komutanlığına tayin ettiler. Mustafa Kemal, bu tayin üzerine Sofya dan ayrılarak İstanbul'a döndü; derhal yeni görev yerine hareket ederek tümenini kurdu. Bu tümen, kısa süre sonra görülen lüzum üzerine 25 Şubat 1915'te Tekirdağ'dan Maydos (Eceabat)'a nakledildi. Mustafa Kemal, burada 19. Tümene ilâveten 9. Tümenin 2.Piyade Alayı ve bazı topçu birlikleri de emrine verilerek Maydos Mıntıkası Kumandanı olarak görev yaptı. Gelibolu Yarımadası'nda önemli olaylar oluyordu. İngiliz donanması 18 Mart 1915 günü Çanakkale Boğazı'nı geçmeye teşebbüs etti ise de kıyı topçusunun başarılı savunması karşısında, muvaffak olamayarak ağır zayiat verdi. Donanması ile Boğaz'ı geçemeyen düşman, bu defa Gelibolu Yarımadası'nı çıkarma ile zorlamaya karar verdi. Olaylar bu şekilde gelişirken, Genelkurmay Başkanlığı da 23 Mart 1915 tarihinde Gelibolu'da 5. Ordu kurulmasına karar vermiş, Komutanlığına da Alman Generali Liman von Sanders'i atamıştı. Liman von Sanders, muhtemel düşman taarruzuna karşı kuvvetlerini üç gruba ayırarak plânını yapmış; Mustafa Kemal'in başında bulunduğu kuvvetleri ordu ihtiyatına almıştı. Mustafa Kemal, bu plân gereğince 18 Nisan 1915 günü tümeniyle Bigalı'ya geçti. Düşman birlikleri 25 Nisan 1915 günü Seddülbahir ve Arıburnu bölgesinden ilk çıkarma hareketine başladı. Ancak çıkarma hareketi ilk gün karşısında Mustafa Kemal'i buldu. Mustafa Kemal, çıkarmanın başladığını görür görmez, kuvvetlerini süratle Bigalı'dan Conkbayırı'na sevk etmişti. Arıburnu'ndan Conkbayırı'na ilerleyen İngiliz kuvvetleri, o gün, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen kuvvetlerinin taarruzu ile geri çekilmeye mecbur edildi. Conkbayırı taarruzunda Türk askeri görülmemiş bir inanç ve cesaretle savaşıyor, tarihin en büyük kahramanlık sahneleri sergileniyordu. Dâhi komutan, kumandanlara verdiği emre şu cümleleri de ilâve etmişti: "Ben, size taarruz emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar geçebilir !" 25 Nisan 1915 günü başlayan çıkarma, kuvvetlerimiz tarafından kıyıya kadar itilmesine rağmen, düşman, 26 ve 27 Nisan 1915 günleri de çıkarma harekâtına devam etti. İlerlemek isteyen İngilizler'le yer yer şiddetli çarpışmalar oldu; ancak her taarruz Türk askerinin kahramanca savunması karşısında başarısız kaldı. Mustafa Kemal, Çanakkale Cephesîndeki bu üstün başarıları üzerine 1 Haziran 1915'de Albaylığa terfi etti. Düşman, Çanakkale'de başarı sağlayamamasına, ilerleme gösterememesine rağmen, yeni bir çıkarma yapmada kararlıydı. Düşünülen çıkarmanın gerçekleşebilmesi için, her şeyden önce ilk direnç hatlarını oluşturan Arıburnu ve Seddülbahir'deki Türk kuvvetlerinin yerlerinden sökülmesi gerekiyordu. İngilizler, bu amaçla 6 ve 7 Ağustos l9l5 günleri, takviyeli kuvvetlerle yeni bir taarruz daha denediler; düşman kuvvetleriyle, kuvvetlerimiz arasında şiddetli muharebeler oldu. Ancak, Mustafa Kemal'in aldığı önlemIer sayesinde düşmanın bu taarruzu da gelişme imkânı bulamadı. Arıburnu ve Seddülbahir'deki taarruz devam ederken İngilizler, 6 Ağustos 1919 akşamı Çanakkale'nin güney kıyılarına da asker çıkararak ilerlemeye başladı. Bu suretle, Anafartalar Bölgesi de ansızın kritikleşti. Gelişen bu buhranlı durum üzerine Liman von Sanders'in emri ile komuta değişikliği yapılarak, "Anafartalar Grubu Komutanlığı'na 8 Ağustos 1915 tarihinde Albay Mustafa Kemal getirildi. 9 Ağustos 1915 günü komutayı ele alan Mustafa Kemal, beklemeksizin aynı gün yaptığı taarruz ile ilerleyen İngiliz kuvvetlerini tekrar çıkarma yaptıkları kıyılara itti. Aynı günün akşamı Conkbayırı bölgesine geçerek buradaki kuvvetleri de 10 Ağustos 1915 sabahı taarruza geçirdi. Böylece düşmanın ilerlemesine imkân verilmemiş; aksine tutunduğu mevzilerden tamamen çıkarılarak Anafartalar bölgesine tam anlamıyla hâkim olunmuştu. Mustata Kemal, 25 Nisan 1915 taarruzunda olduğu gibi 9 ve 10 Ağustos taarruzlarında da bizzat ateş hattında bulunmuş, ateş hattından emirler vermiş, bu davranışı yanındaki subay ve erler için ifadesi imkânsız cesaret kaynağı olmuştu. Conkbayırı'nda kalbini hedef alan bir kurşun, cebindeki saate çarpıp geri döndüğünden mutlak bir ölümden kurtuldu. Bu muharebeler esnasında gösterdiği kahramanlık, azim ve yüksek kumanda kudreti, kendisine memleket içinde ve dışında büyük ün sağladı. Artık O, "Anafartalar Kahramanı" olarak anılıyordu. Aylarca süren çıkarma ve savaşlar sonucu ilerleme kaydedemeyen İngilizler; nihayet 1915 yılı Aralık sonunda müttefikleriyle beraber Çanakkale'den çekildiler. Düşmanların Çanakkale Boğazı'nı geçememesi, İstanbul'un işgalini önlemiş; İngilizlerin, Marmara ve Karadeniz üzerinden müttefikleri Rusya ile bağlantı kurma hayallerini söndürmüştü. Bütün bu olaylar, bir anlamda, I. Dünya Savaşı'nın akışını da etkiliyor, dünya tarihinin yönünü değiştiriyordu. Bu savaşlarda İngilizler insan, araç ve gereç yönünden Türklerden şüphesiz ki çok fazla idi; ancak onların unuttukları nokta, Türk askerinin tarihsel kahramanlığı ve bu kahramanlığı yönlendiren Mustafa Kemal faktörü idi. Mustafa Kemal, Çanakkale Muharebelerinin eski şiddetini kaybettiği 1915 yılının son aylarında, son bir taarruzla düşmanı tutunduğu kıyılardan da sökerek onu tam mağlûp duruma düşürmek görüşünde idi. Ancak bu teklifi, Ordu Komutanı Liman von Sanders tarafından, düşmanın da kıyıdan yapacağı topçu ateşinin ağır zayiat verdirebileceği endişesiyle benimsenmedi. Artık bu cephede yapacak bir şey kalmamıştı. Mustafa Kemal,10 Aralık 1915'te "Anafartalar Grubu Komutanlığı"nı, Fevzi (Çakmak) Paşa'ya bırakarak izinli olarak Çanakkale den ayrıldı; İstanbul a döndü. Mustafa Kemal, 27 Ocak 1916'da karargâhı Edirne'de bulunan Onaltıncı Kolordu Komutanlığına atandı. Kısa süre sonra bu Kolordu'nun aynı isimle Diyarbakır'da kurulması kararı üzerine yine Kolordu Komutanı olarak 11 Mart 1916'da Diyarbakır-Bitlis-Muş Cephesi'ne tayin edildi. Mustafa Kemal, 26 Mart 1916'da Diyarbakır'a gelerek komutayı ele aldı.1 Nisan 1916 da Generalliğe yükseltildi. Diyarbakır'a gelişini takiben kısa bir hazırlıktan sonra 3 Ağustos 1916 sabahı emrindeki kuvvetleri, Bitlis ve Muş yönünde taarruza geçirdi; Ruslar'la iki tümenimiz arasında taarruz ve karşı taarruz şeklinde şiddetli çarpışmalar oldu. Nihayet 8 Ağustos 1916 sabahı Muş, aynı günün akşamı Bitlis, kuvvetlerimiz tarafından düşman işgalinden kurtarıldı. Muş; ne yazık ki 25 Ağustos 1916'da tekrar Rusların eline düşmüştü. Mustafa Kemal Paşa, 2. Ordu Komutanlığı sırasında, 14 Mayıs 1917'de Muş'u ikinci defa Rus işgalinden kurtardı. Mustafa Kemal Paşa, Aralık l9l6'da Ahmet İzzet Paşa'nın izinli olarak bir süre İstanbul'a gitmesi üzerine vekâleten 2. Ordu Komutanlığı'na tayin edildi. Karargâhı Diyarbakır'da olan bu ordunun Kurmay Başkanı Albay İsmet (İnönü) Bey'di. Büyük Komutan'ın, İnönü ile yakından tanışması, emir-komuta zinciri içinde çalışması bu tarihlere rastladı. Mustafa Kemal Paşa,14 Şubat 1917'de Hicaz Kuvve-i Seferiyesi Komutanlığına atanması üzerine Şam'a giderek Sina Cephesi'ni teftiş etti ise de 5 Mart 1917 tarihinde Diyarbakır'da 2. Ordu'ya vekâleten komutan atandı. Tekrar Diyarbakır'a dönen Mustafa Kemal Paşa,16 Mart 1917'de asaleten 2. Ordu Komutanlığına getirildi. Fakat bu görevde de çok kalmayarak 5 Temmuz 1917 tarihinde Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına bağlı olarak Halep'te kurulması kararlaştırılan 7. Ordu'nun başına getirildi. Bu cephenin umumî idaresi Falkenhein adlı bir Alman generaline verilmişti. Mustafa Kemal Paşa,15 Ağustos 1917 günü Halep'e gelerek göreve başladı. Fakat bir süre sonra General Falkenhein ile aralarında askerî görüşler ve uygulanacak harekât bakımından anlaşmazlık çıktı; bu anlaşmazlık sonucu Mustafa Kemal Paşa,1917 Ekim başlarında istifa mecburiyetinde kaldı. Kendisine tekrar Diyarbakır'daki eski görevi teklif edildi ise de kabul etmeyerek İstanbul'a geldi. 7 Kasım 1917'de Genel Karargâh'ta görevlendirildi. Ancak kısa süre sonra Veliaht Vahdettin Efendi'nin maiyetinde Alman Umumî Karargâhını ve Alman Cepheleri'ni ziyaret etmek üzere Almanya seyahatine iştirak etti.15 Aralık 1917 - 4 Ocak 1918 arasını kapsayan bu seyahat esnasında Mustafa Kemal, Alman askerî çevrelerinde incelemeler yaparak, Alman İmparatoru II. Wilhelm ve devrin tanınmış komutanlarıyla görüştü. Onlara -hoşlanmasalar da- I. Dünya Harbi'nin muhtemel sonuçları hakkındaki görüşlerini açıkça ve belirgin şekilde anlatıyordu. Mustafa Kemal Paşa, 20 gün süren Almanya seyahatinden İstanbul'a döndükten bir süre sonra böbrek rahatsızlığı nedeniyle Viyana ve Karlsbad'a giderek tedavi gördü. 13 Mayıs 1918 - 4 Ağustos 1918 arasını kapsayan bu seyahat dönüşü General Falkenhein'in yerine Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığına getirilmiş olan General Liman von Sanders'in emrindeki 7. Ordu'ya Ağustos 1918'de tekrar komutan oldu ve 15 Ağustos 1918 günü Halep'e geldi. Mustafa Kemal, bu cephede İngilizlere karşı başarılı müdafaa savaşları yaptı. Takviyeli İngiliz kuvvetleri karşısında, O'nun maharet ve dirayeti sayesinde, bu bölgedeki Türk Ordusu dağılmaktan kurtarılmış; büyük bir düzen içinde Halep'e kadar çekilme başarısını göstermişti. Fakat I. Dünya Savaşı Almanya ve müttefikleri aleyhine gelişiyordu. 29 Eylül 1918 tarihinde Bulgaristan savaştan çekilmiş, 4 Ekim 1918 tarihinde de Almanya mütareke istemişti. İstanbul'da Talat Paşa kabinesi istifa etmiş, yeni kabineyi Ahmet İzzet Paşa kurmuştu. Bu gelişmeler karşısında Mustafa Kemal Paşa, yetkili makamlara, askerî ve siyasî önerilerine devam etti ise de yine kabul ettiremedi. Nihayet 30 Ekim 1918 tarihinde de Osmanlı Devleti, itilâf devletleri ile Mondros Mütarekesi'ni imzalayarak l. Dünya Savaşı'ndan çekildi. Mine İktüeren Hacılar arşiv📌 görevle dolaşmış, memleket idaresindeki aksaklıkları, ordunun eğitim ve öğretimindeki eksiklikleri daha da yakından görmüştü. Mustafa Kemal, burada 1906 yılı Ekim ayı içinde güvendiği bazı arkadaşlarıyla gizli olarak "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"ni kurdu. Bu arkadaşlarıyla beraber Beyrut, Yafa ve Kudüs'te de kurdukları cemiyeti genişletti. Bir ara gizli olarak Mısır ve Yunanistan yoluyla Selânik'e geçerek burada da "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"nin bir şubesini açtı ve tekrar Şam'a döndü. Şam'dan uzaklaşışı hükûmetçe duyuldu ise de âmirleri kendisini koruduğundan bir ceza yoluna gidilmedi. Bir süre daha Şam'da kaldı. Bu sıralarda 20 Haziran 1907 tarihinde Kolağası (kıdemli yüzbaşı) oldu ve Şam'daki Ordunun Kurmay Başkanlığında bir göreve getirildi. Mustafa Kemal, 13 Ekim 1907'de merkezi Manastır'da bulunan 3. Ordu Karargâhına atandı. Bu Karargâhın Selânik'teki şubesinde çalışmak üzere Selânik'e geldi. Bu sıralarda Selânik'teki "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti" üyelerini de içine almış olan Îttihat ve Terakki Cemiyeti" faaliyet halinde idi. Mustafa Kemal de Selânik'e gelişini takiben bu cemiyete dahil olarak hizmet görmeye başladı. Memleketin istibdat idaresinden kurtarılması, yapılacak yenilikler Onun da baş düşüncesiydi. Selânik'e gelişini takiben kısa bir süre sonra 22 Haziran 1908 de Üsküp-Selânik arasındaki demiryolu müfettişliği de 3. Ordu Karargâhındaki görevine ek olarak kendisine verildi. Bu esnada Rumeli'de büyük faaliyet gösteren "İttihat ve Terakki Cemiyeti" Abdülhamit'i,1876 Anayasası'nı yeniden yürürlüğe koymaya ve kapatılan Meclis-i Mebusan'ı tekrar toplantıya çağırmaya zorlamaktadır. "Ittihat ve Terakki Cemiyeti nin bu girişimleri adım adım II. Meşrutiyet'in ilânına uzandı. 23 Temmuz 1908 tarihinde İkinci Meşrutiyet ilân edildiği zaman Mustafa Kemal, Kolağası rütbesiyle Selânik'te askerî görevini sürdürmekte, bir yandan da "İttihat ve Terakki Cemiyeti" içinde çalışarak İstanbul'daki siyasî gelişmeleri yakından izlemektedir. O, II. Meşrutiyet gibi büyük bir inkılâbı takiben yapılanları kâfi görmüyor; bu fırsattan yararlanılarak memlekette daha büyük ve daha köklü değişikliklerin gerçekleştirilmesi gereğine inanıyordu.Fakat kendisinin görüşleri "İttihat ve Terakki Cemiyeti" ileri gelenlerinin görüş ve düşüncelerine uymadı. Buna rağmen, fikirleriyle zamanın söz sahibi kişilerini uyarmaktan da çekinmiyordu. II. Meşrutiyet'in ilânı üzerinden henüz bir sene geçmemişti ki, İstanbul'da 13 Nisan 1909'da bu harekete karşı, gerici çevrelerce desteklenen büyük bir isyan gelişti. Mustafa Kemal, 31 Mart Vak'ası olarak bilinen bu isyanı bastırmak üzere Rumeli'de oluşturulan Hareket Ordusu'nun Kurmay Başkanlığına getirildi ve bu ordu ile 19 Nisan 1909 tarihinde İstanbul'a geldi. Hareket Ordusu'nun gerek yolda gerekse İstanbul'daki sevk ve idaresinde Kurmay Başkanı olarak önemli hizmetler gördü. Hareket Ordusu'nun İstânbul'a girdiği gün halka hitaben yayımlanan beyannameyi kendisi yazmıştı. Hareket Ordusu'nun duruma hakim oluşundan sonra Abdülhamit tahttan indirildi, yerine Sultan Reşat getirildi. Mustafa Kemal, bu gerici olayın bastırılmasından sonra İstanbul'da çok kalmayarak 16 Mayıs 1909'da tekrar Selânik'e döndü. Bu sıralarda Selânik ve çevresinde yapılan mânevralarda, tatbikatlarda düşünce ve görüşlerini cesaretle savunuyor; bu ise bazı üstlerinin dikkatini çekerken bazılarının da tahammülsüzlüğüne sebep oluyordu. Kendisi, bir yandan da askerî eğitim konuları üzerinde telif ve tercüme eserler hazırlıyordu. O, II. Meşrutiyet'i takiben Ordu'nun "İttihat ve Terakki Cemiyeti" ile sıkı alâkasının ve siyasete karışmasının tehlikelerini sezinlemeye başlamış, bu görüşlerini 22 Eylül 1909'da Selânik'te toplanan "İttihat ve Terakki Bûyük Kongresi"nde açıkça dile getirmişti. Fâkat, cemiyetin önde gelenleri onun bu görüşlerini paylaşmadılar. Mustafa Kemal de kendisini cemiyetten uzak tutarak doğrudan doğruya askerî vazifesine verdi. "İttihat ve Terakki Cemiyeti" ile anlaşmazlığı ve aralarının açılması böyle başladı. Mustafa Kemal, Selânik'teki görevini başarı ile yürütürken 1910 yılı Eylül ayında Pikardi manevralarını izleme amacıyla Fransa'ya gönderildi. Burada Fransız Ordusunu ve komutanlarını yakından tanıdı. Selânik'e dönüşünden kısa süre sonra 1911 Mart'ında Arnavutluk'ta bir isyan çıktı. Bu isyanı bastırmak üzere düzenlenen harekâtta Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın yanında görev aldı. Mustafa Kemal, 15 Ocak 1911'de 3. Ordu Karargâhındaki görevinden alınarak evvelâ 5. Kolordu Karargâhında, daha sonra yine Selânik'te bulunan 38. Piyade Alayı'nda görevlendirildi. Bu atamadan amaç, kendisine kıta hizmeti gördürerek onu başarısızlığa sürüklemek; bu suretle şevk ve hevesini bir ölçüde kırmak idi. Ama O, bu görevde de büyük başarılar gösterdi; eskiden olduğu gibi yine kumandanlarının, arkadaşlarının sevgi ve saygısını kazandı. Selânik garnizonundaki subaylar gittikçe onun etrafında toplanıyorlardı. Bu durum 3. Ordu Müfettişliğinin hoşuna gitmedi. O'nu Selânik'teki vazifesinden ayırarak 27 Eylül 1911 tarihinde İstanbul'da Genelkurmay Başkanlığında bir göreve tayin ettiler. Mustafa Kemal, bu atama üzerine İstanbul'a gelerek bir süre Genelkurmay Başkanlığında çalıştı. 5 Ekim 1911'de İtalyanlar Trablusgarp'a hücum ederek istilâ hareketlerine başlamışlardı. Mustafa Kemal, bu bölgede görev almak üzere 15 Ekim 1911'de İstanbul'dan ayrıldı. Trablusgarp'a gelişini takiben bir süre Tobruk ve Derne Bölgelerinde gönüllü mahallî kuvvetlerin başında bulundu.12 Mart 1912 de Derne Komutanlığına getirildi. Bu sıralarda 27 Kasım 1911 tarihinde binbaşılığa terfi etti. 1912 yılı Ekim ayında Balkan Harbi başlamıştı. Mustafa Kemal, 24 Ekim 1912'de Trablusgarp'tan hareket ederek İstanbul'a geldi. 21 Kasım 1912'de Gelibolu'da bulunan Bahr-i Sefîd (Akdeniz) Boğazı Kuvay-ı Mürettebesi Komutanlığı Harekât Şubesi Müdürlüğüne atandı. Bu atama üzerine Gelibolu'ya geldi. Olaylar süratle gelişmiş, baba memleketi Selânik düşmüş, Bulgar Ordusu ilerleyerek Çatalca'ya kadar gelmişti. Bu elim vaziyet kendisini çok üzdü. Bu cephede bir süre sonra Bolayır Kolordusu Kurmay Başkanlığına getirildi. Bu görevde iken Dimetoka ve Edirne'nin düşmandan geri alınışında büyük hizmetler gördü. Mustafa Kemal, Balkan Harbi'nden sonra, 27 Ekim 1913 tarihinde Sofya Ataşemiliterliğine atandı.11 Ocak 1914 tarihinden itibaren Belgrat ve Çetine Ataşemiliterliklerini yürütme görevi de kendisine verildi. Sofya Ataşemiliterliği'ne atandığı günlerde yakın arkadaşı Ali Fethi (Okyar) de Sofya Elçiliği'ne atanmıştı. Mustafa Kemal Sofya Ataşemiliterliği esnasında 1 Mart 1914 tarihinde yarbaylığa terfi etti.1915 yılı Ocak sonlarına kadar Sofya'da kaldı. Bu sıralarda 1 Ağustos 1914'te Almanya'nın Rusya'ya harp ilânı ile I. Dünya Savaşı başlamıştı. Mustafa Kemal, gelişen siyasî ve askerî olayları büyük bir dikkatle izlemekte; bir taraftan da görüş ve düşüncelerini Harbiye Nezaretine bildirmekte idi. Ona göre katılma zorunlu hale gelmedikçe Osmanlı Devleti bu büyük savaşın dışında kalmalıydı. Ancak olayların süratle gelişmesi 29 Ekim 1914'te Osmanlı Devletini de ister istemez İttifak Devletleri yanında harbe girmek mecburiyetinde bıraktı. Mustafa Kemal, bu gelişmeler üzerine Başkumandanlıktan kendisine faal bir hizmet istedi ise de uzun süre bu isteği yerine getirilmedi. Nihayet ısrarı üzerine, kendisini 20 Ocak 1915, tarihinde, Tekirdağ'da teşkil edilecek 19. Tümen Komutanlığına tayin ettiler. Mustafa Kemal, bu tayin üzerine Sofya dan ayrılarak İstanbul'a döndü; derhal yeni görev yerine hareket ederek tümenini kurdu. Bu tümen, kısa süre sonra görülen lüzum üzerine 25 Şubat 1915'te Tekirdağ'dan Maydos (Eceabat)'a nakledildi. Mustafa Kemal, burada 19. Tümene ilâveten 9. Tümenin 2.Piyade Alayı ve bazı topçu birlikleri de emrine verilerek Maydos Mıntıkası Kumandanı olarak görev yaptı. Gelibolu Yarımadası'nda önemli olaylar oluyordu. İngiliz donanması 18 Mart 1915 günü Çanakkale Boğazı'nı geçmeye teşebbüs etti ise de kıyı topçusunun başarılı savunması karşısında, muvaffak olamayarak ağır zayiat verdi. Donanması ile Boğaz'ı geçemeyen düşman, bu defa Gelibolu Yarımadası'nı çıkarma ile zorlamaya karar verdi. Olaylar bu şekilde gelişirken, Genelkurmay Başkanlığı da 23 Mart 1915 tarihinde Gelibolu'da 5. Ordu kurulmasına karar vermiş, Komutanlığına da Alman Generali Liman von Sanders'i atamıştı. Liman von Sanders, muhtemel düşman taarruzuna karşı kuvvetlerini üç gruba ayırarak plânını yapmış; Mustafa Kemal'in başında bulunduğu kuvvetleri ordu ihtiyatına almıştı. Mustafa Kemal, bu plân gereğince 18 Nisan 1915 günü tümeniyle Bigalı'ya geçti. Düşman birlikleri 25 Nisan 1915 günü Seddülbahir ve Arıburnu bölgesinden ilk çıkarma hareketine başladı. Ancak çıkarma hareketi ilk gün karşısında Mustafa Kemal'i buldu. Mustafa Kemal, çıkarmanın başladığını görür görmez, kuvvetlerini süratle Bigalı'dan Conkbayırı'na sevk etmişti. Arıburnu'ndan Conkbayırı'na ilerleyen İngiliz kuvvetleri, o gün, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen kuvvetlerinin taarruzu ile geri çekilmeye mecbur edildi. Conkbayırı taarruzunda Türk askeri görülmemiş bir inanç ve cesaretle savaşıyor, tarihin en büyük kahramanlık sahneleri sergileniyordu. Dâhi komutan, kumandanlara verdiği emre şu cümleleri de ilâve etmişti: "Ben, size taarruz emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar geçebilir !" 25 Nisan 1915 günü başlayan çıkarma, kuvvetlerimiz tarafından kıyıya kadar itilmesine rağmen, düşman, 26 ve 27 Nisan 1915 günleri de çıkarma harekâtına devam etti. İlerlemek isteyen İngilizler'le yer yer şiddetli çarpışmalar oldu; ancak her taarruz Türk askerinin kahramanca savunması karşısında başarısız kaldı. Mustafa Kemal, Çanakkale Cephesîndeki bu üstün başarıları üzerine 1 Haziran 1915'de Albaylığa terfi etti. Düşman, Çanakkale'de başarı sağlayamamasına, ilerleme gösterememesine rağmen, yeni bir çıkarma yapmada kararlıydı. Düşünülen çıkarmanın gerçekleşebilmesi için, her şeyden önce ilk direnç hatlarını oluşturan Arıburnu ve Seddülbahir'deki Türk kuvvetlerinin yerlerinden sökülmesi gerekiyordu. İngilizler, bu amaçla 6 ve 7 Ağustos l9l5 günleri, takviyeli kuvvetlerle yeni bir taarruz daha denediler; düşman kuvvetleriyle, kuvvetlerimiz arasında şiddetli muharebeler oldu. Ancak, Mustafa Kemal'in aldığı önlemIer sayesinde düşmanın bu taarruzu da gelişme imkânı bulamadı. Arıburnu ve Seddülbahir'deki taarruz devam ederken İngilizler, 6 Ağustos 1919 akşamı Çanakkale'nin güney kıyılarına da asker çıkararak ilerlemeye başladı. Bu suretle, Anafartalar Bölgesi de ansızın kritikleşti. Gelişen bu buhranlı durum üzerine Liman von Sanders'in emri ile komuta değişikliği yapılarak, "Anafartalar Grubu Komutanlığı'na 8 Ağustos 1915 tarihinde Albay Mustafa Kemal getirildi. 9 Ağustos 1915 günü komutayı ele alan Mustafa Kemal, beklemeksizin aynı gün yaptığı taarruz ile ilerleyen İngiliz kuvvetlerini tekrar çıkarma yaptıkları kıyılara itti. Aynı günün akşamı Conkbayırı bölgesine geçerek buradaki kuvvetleri de 10 Ağustos 1915 sabahı taarruza geçirdi. Böylece düşmanın ilerlemesine imkân verilmemiş; aksine tutunduğu mevzilerden tamamen çıkarılarak Anafartalar bölgesine tam anlamıyla hâkim olunmuştu. Mustata Kemal, 25 Nisan 1915 taarruzunda olduğu gibi 9 ve 10 Ağustos taarruzlarında da bizzat ateş hattında bulunmuş, ateş hattından emirler vermiş, bu davranışı yanındaki subay ve erler için ifadesi imkânsız cesaret kaynağı olmuştu. Conkbayırı'nda kalbini hedef alan bir kurşun, cebindeki saate çarpıp geri döndüğünden mutlak bir ölümden kurtuldu. Bu muharebeler esnasında gösterdiği kahramanlık, azim ve yüksek kumanda kudreti, kendisine memleket içinde ve dışında büyük ün sağladı. Artık O, "Anafartalar Kahramanı" olarak anılıyordu. Aylarca süren çıkarma ve savaşlar sonucu ilerleme kaydedemeyen İngilizler; nihayet 1915 yılı Aralık sonunda müttefikleriyle beraber Çanakkale'den çekildiler. Düşmanların Çanakkale Boğazı'nı geçememesi, İstanbul'un işgalini önlemiş; İngilizlerin, Marmara ve Karadeniz üzerinden müttefikleri Rusya ile bağlantı kurma hayallerini söndürmüştü. Bütün bu olaylar, bir anlamda, I. Dünya Savaşı'nın akışını da etkiliyor, dünya tarihinin yönünü değiştiriyordu. Bu savaşlarda İngilizler insan, araç ve gereç yönünden Türklerden şüphesiz ki çok fazla idi; ancak onların unuttukları nokta, Türk askerinin tarihsel kahramanlığı ve bu kahramanlığı yönlendiren Mustafa Kemal faktörü idi. Mustafa Kemal, Çanakkale Muharebelerinin eski şiddetini kaybettiği 1915 yılının son aylarında, son bir taarruzla düşmanı tutunduğu kıyılardan da sökerek onu tam mağlûp duruma düşürmek görüşünde idi. Ancak bu teklifi, Ordu Komutanı Liman von Sanders tarafından, düşmanın da kıyıdan yapacağı topçu ateşinin ağır zayiat verdirebileceği endişesiyle benimsenmedi. Artık bu cephede yapacak bir şey kalmamıştı. Mustafa Kemal,10 Aralık 1915'te "Anafartalar Grubu Komutanlığı"nı, Fevzi (Çakmak) Paşa'ya bırakarak izinli olarak Çanakkale den ayrıldı; İstanbul a döndü. Mustafa Kemal, 27 Ocak 1916'da karargâhı Edirne'de bulunan Onaltıncı Kolordu Komutanlığına atandı. Kısa süre sonra bu Kolordu'nun aynı isimle Diyarbakır'da kurulması kararı üzerine yine Kolordu Komutanı olarak 11 Mart 1916'da Diyarbakır-Bitlis-Muş Cephesi'ne tayin edildi. Mustafa Kemal, 26 Mart 1916'da Diyarbakır'a gelerek komutayı ele aldı.1 Nisan 1916 da Generalliğe yükseltildi. Diyarbakır'a gelişini takiben kısa bir hazırlıktan sonra 3 Ağustos 1916 sabahı emrindeki kuvvetleri, Bitlis ve Muş yönünde taarruza geçirdi; Ruslar'la iki tümenimiz arasında taarruz ve karşı taarruz şeklinde şiddetli çarpışmalar oldu. Nihayet 8 Ağustos 1916 sabahı Muş, aynı günün akşamı Bitlis, kuvvetlerimiz tarafından düşman işgalinden kurtarıldı. Muş; ne yazık ki 25 Ağustos 1916'da tekrar Rusların eline düşmüştü. Mustafa Kemal Paşa, 2. Ordu Komutanlığı sırasında, 14 Mayıs 1917'de Muş'u ikinci defa Rus işgalinden kurtardı. Mustafa Kemal Paşa, Aralık l9l6'da Ahmet İzzet Paşa'nın izinli olarak bir süre İstanbul'a gitmesi üzerine vekâleten 2. Ordu Komutanlığı'na tayin edildi. Karargâhı Diyarbakır'da olan bu ordunun Kurmay Başkanı Albay İsmet (İnönü) Bey'di. Büyük Komutan'ın, İnönü ile yakından tanışması, emir-komuta zinciri içinde çalışması bu tarihlere rastladı. Mustafa Kemal Paşa,14 Şubat 1917'de Hicaz Kuvve-i Seferiyesi Komutanlığına atanması üzerine Şam'a giderek Sina Cephesi'ni teftiş etti ise de 5 Mart 1917 tarihinde Diyarbakır'da 2. Ordu'ya vekâleten komutan atandı. Tekrar Diyarbakır'a dönen Mustafa Kemal Paşa,16 Mart 1917'de asaleten 2. Ordu Komutanlığına getirildi. Fakat bu görevde de çok kalmayarak 5 Temmuz 1917 tarihinde Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına bağlı olarak Halep'te kurulması kararlaştırılan 7. Ordu'nun başına getirildi. Bu cephenin umumî idaresi Falkenhein adlı bir Alman generaline verilmişti. Mustafa Kemal Paşa,15 Ağustos 1917 günü Halep'e gelerek göreve başladı. Fakat bir süre sonra General Falkenhein ile aralarında askerî görüşler ve uygulanacak harekât bakımından anlaşmazlık çıktı; bu anlaşmazlık sonucu Mustafa Kemal Paşa,1917 Ekim başlarında istifa mecburiyetinde kaldı. Kendisine tekrar Diyarbakır'daki eski görevi teklif edildi ise de kabul etmeyerek İstanbul'a geldi. 7 Kasım 1917'de Genel Karargâh'ta görevlendirildi. Ancak kısa süre sonra Veliaht Vahdettin Efendi'nin maiyetinde Alman Umumî Karargâhını ve Alman Cepheleri'ni ziyaret etmek üzere Almanya seyahatine iştirak etti.15 Aralık 1917 - 4 Ocak 1918 arasını kapsayan bu seyahat esnasında Mustafa Kemal, Alman askerî çevrelerinde incelemeler yaparak, Alman İmparatoru II. Wilhelm ve devrin tanınmış komutanlarıyla görüştü. Onlara -hoşlanmasalar da- I. Dünya Harbi'nin muhtemel sonuçları hakkındaki görüşlerini açıkça ve belirgin şekilde anlatıyordu. Mustafa Kemal Paşa, 20 gün süren Almanya seyahatinden İstanbul'a döndükten bir süre sonra böbrek rahatsızlığı nedeniyle Viyana ve Karlsbad'a giderek tedavi gördü. 13 Mayıs 1918 - 4 Ağustos 1918 arasını kapsayan bu seyahat dönüşü General Falkenhein'in yerine Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığına getirilmiş olan General Liman von Sanders'in emrindeki 7. Ordu'ya Ağustos 1918'de tekrar komutan oldu ve 15 Ağustos 1918 günü Halep'e geldi. Mustafa Kemal, bu cephede İngilizlere karşı başarılı müdafaa savaşları yaptı. Takviyeli İngiliz kuvvetleri karşısında, O'nun maharet ve dirayeti sayesinde, bu bölgedeki Türk Ordusu dağılmaktan kurtarılmış; büyük bir düzen içinde Halep'e kadar çekilme başarısını göstermişti. Fakat I. Dünya Savaşı Almanya ve müttefikleri aleyhine gelişiyordu. 29 Eylül 1918 tarihinde Bulgaristan savaştan çekilmiş, 4 Ekim 1918 tarihinde de Almanya mütareke istemişti. İstanbul'da Talat Paşa kabinesi istifa etmiş, yeni kabineyi Ahmet İzzet Paşa kurmuştu. Bu gelişmeler karşısında Mustafa Kemal Paşa, yetkili makamlara, askerî ve siyasî önerilerine devam etti ise de yine kabul ettiremedi. Nihayet 30 Ekim 1918 tarihinde de Osmanlı Devleti, itilâf devletleri ile Mondros Mütarekesi'ni imzalayarak l. Dünya Savaşı'ndan çekildi. Mine İktüeren Hacılar arşiv📌

29 Eylül 2019 Pazar

20 kasim 1918, pera palas

TOPAL BACAKLI MAREŞAL
 Siyah beyaz fotoğrafa bir bakın önce.. Bir cenaze töreni yapılıyor. Tabloya bakılırsa önemli biri olmalı. Balkonda ise tabutta yatanı selamlayan bir asker var. Kıyafetine bakılırsa Türk değil gibi. Ama yüksek rütbeli bir asker olduğu belli. Hadi gelin bu adamın hikayesine kulak verelim. Bu adamın duygu dolu ibretlik hikayesine.. Gördüğünüz kişi Sir William Birdwood. Çanakkale savaşında Anzak Orduları Başkomutanı. Asker ve donanım açısından daha üstün olmalarına rağmen Atatürk’e üç kere yenilir savaşta, bacağı da sakatlanır ama buna rağmen onun dehasına ve kişiliğine karşı büyük hayranlığı vardır. Bu hayranlık savaş sonrasında da devam eder. 1935 yılında Mareşal olur son görevi “Hindistan Ordusu Başkomutanlığı”dır. Atatürk hayranlığı ve sevgisi hala sıcaklığını korumaktadır. Atatürk öldüğünde de rahatsızlığına ve emekli olmasına rağmen İngiltere adına cenaze törenine katılmak için talepte bulunur. Talebi kabul edilince İstanbul’a gelir. Bacağını sürükleye sürükleye tabutunun ardında yürür. Ankara’daki törende artık ayağı incinmiş ayakta zor durmaktadır. Halkevi binası balkonuna çıkarırlar.. Geçici kabrine götürülecek olan tabutun geçişi sırasında kılıcından destek alarak ayağa kalkar elindeki asayı kaldırarak selamlar onu. Bu sırada artık duygularını kontrol edemeyerek ağlamaktadır. Tören sonrasında hemen ayrılmaz birkaç gün daha kalır Ankara’da. Bir gün etrafında Türk yetkililerin de olduğu bir ortamda cebinden bir kalem ve üzerinde kroki olan bir kağıt çıkararak masaya koyar, şu anıyı anlatır onlara: Tarih 20 Kasım 1918 (Bir kaynağa göre 16 Kasım) Birdwood karargahı ile Pera Palas oteline yerleşmiştir. Mustafa Kemal’in de otelde bir dairesi olduğunu bilen Birdwood onunla görüşmek ister. Bunun için kendisine refakat subayı olarak verilmiş olan sporcu Sedat Rıza Bey’i araya sokar. -“Buyursunlar” der Mustafa Kemal. İki general karşı karşıyadır. Birdwood çok saygılıdır. Mustafa Kemal Paşa’nın yanında Rasim Ferit Bey de vardır. Hoşbeşten sonra Birdwood, iki yıldır kafasını kemiren “bizi nasıl yendi?” sorusunun yanıtını almak ister: -“Sayın komutan bizi nasıl yendiniz?” Mustafa Kemal’den bir başkası, dünya savaş tarihinde benzerine az rastlanır bu başarısından böbürlene bilirdi. Oysa o, -tıpkı Trikopis’e davrandığı gibi - yenilginin ezilmişliği altındaki bu general’in onurunu korur. “-Sizin de, bizim de tarih dergilerimiz var”, der; tarih yazar. Birdwood ricasını yineler: -“Ekselans, sizin ağzınızdan dinlemek istiyorum. Lütfediniz.” Mustafa Kemal, yanındaki Rasim Ferit Bey’den kağıt kalem ister; o da bir parça kağıt ile altın muhafazalı kurşun kalemini uzatır. Mustafa Kemal bir kroki çizer, kağıt üzerindeki yerlerini işaret ederek; -“Su tarihte karaya çıktınız, der; filanca saate kadar şurada durdunuz. Biz de şu hattaydık. Her şey sizin lehinizdeydi. Niçin çizgide durdunuz ve niçin ilerlemediniz?” -“Askerlerimiz çok yorulmuştu, diye yanıtlar Birdwood.” Mustafa Kemal bu kez de Conkbayırı krokisini çizer: -“Siz filanca gün şu yöne hareket ettiniz, şu durumu aldınız; niçin ilerlemediniz?” -“Biz ilerledikçe arkadan su yetişmedi. Askerlerimiz susuz kaldı ve durdu.” Atalarımız yaralıya kurşun atılmaz der. Mustafa Kemal’de Türk soyluluk ve erdemini şu esprisiyle dile getirir: -“Görüyorsunuz ya ben bir şey yapmadım. Önce yorgunluk, sonra susuzluk durdurdu ordunuzu.” Birdwood ayağa kalkar, Mustafa Kemal’i kucaklar: -“Sizin gibi kahraman ve yüksek karakterli bir asker tanımadım.” dedikten sonra krokiyi ve kalemi işaret ederek: -"İzin verir misiniz" der; "bu kroki ve kalemi değerli bir hatıra olarak saklayayım.” Ve saklar. Cenaze törenine gelirken de yanında getirmiştir.  

7 temmuz 1919, erzurum

Erzurum Kongresi günleridir. Bir sabaha karşı saati. Paşa soruyor: - Mazhar, not defterin yanında mı ? - Hayır, Paşam. - Zahmet olacak ama, bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel. Defter gelince : - Bu defterin bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya (Yiğit) bir de sen bileceksin. Şartım bu... - Emin olabilirsiniz Paşam. - Öyleyse tarih koy ! Kansu, tarihi ve zamanı koydu : 7-8 Temmuz 1919 gecesi, sabaha karşı. - Pekala... Yaz ! Zaferden sonra şekl-i hükümet Cumhuriyet olacaktır. Bu bir. - İki: Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icabeden muamele yapılacaktır. - Üç: Tesettür kalkacaktır. - Dört: Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir. Bu anda, gayr-i ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu, gözlerin bir takılışta birbirine çok şey anlatan konuşuşuydu. Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim. - Neden durakladın ? - Darılma ama Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var, dedim. Gülerek, - Bunu zaman tayin eder. Sen yaz... dedi. - Beş: Latin hurufu (harfleri) kabul edilecek. - Paşam kafi... Kafi...dedim ve - Cumhuriyet ilanına muvaffak olalım da üst tarafı yeter ! diyerek defterimi kapadım ve koltuğumun altına sıkıştırdım... Atatürk, zaman zaman Çankaya sofralarında, Kansu’yu bu notları yazdırdığı zaman, kendisini hayalperest olmakla suçladığını söylemiş, şakalaşmıştı. Ama daha büyük şakaları da oldu. 23-31 Ağustos 1925 arasında Kastamonu’da Şapka İnkılabını (devrimini) ilan etmiş olarak dönüyordu. Ankara’ya avdet ettiği anda otomobille eski meclis binası önünden geçiyor, ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı görünce gözlerime inanamadım. Kendisinin ve yanında oturan Diyanet İşleri Reisinin başında birer şapka vardı. Kendisi neyse ne? Fakat kendisini karşılamaya gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Reisine de şapkayı giydirmişti. Ben hayretle bu manzarayı seyrederken, otomobili durdurttu, beni yanına çağırdı ve birden : - Azizim Mazhar Müfit Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun? İşte, Atatürk bu idi. Her zaman kendinden ve milletten emin, planlı, programlı. Ne şerefli, Türkiye Cumhuriyetini Kuran Türk Milletine ait olmak ! Turgut Özakman, Şu Çılgın Türkler

28 Eylül 2019 Cumartesi

kucukcekmece, ciftci files kanunu

 "Atatürk, Dinlenmek İçin Gittiği İstanbul’daki Florya Köşkünden, Yanında Yalnızca Şoförü ile Küçükçekmece’ye doğru giderken Tarlasında Sabanla Çift Süren Bir Çiftçi Görür. Çiftçinin Sabanında Koşulu Olan Öküzün Yanında, Koşulu Bir de Merkep Vardır. Şoförüne;
 — Arabayı Durdur, Der. Arabadan İner. Tarlaya Doğru yürür. Çiftçi Kendisine Doğru Geleni Görmüştür. Sabanında Koşulu Olan Öküzü ve Merkebi Durdurur. Atatürk, Yanına Gelince,
 — Kolay Gelsin Ağa, der.
 — Sağolasın Bey! Hoşgeldin.
 — Hoşbulduk Ağa. Yoldan Geçerken Dikkatimi Çekti. Öküzün Yanına Merkep Koşmuşsun. Hiç Öküzün Yanına Merkep Koşulur mu? Bunlar Denk Değil. Köylünün Canı Sıkkındır. Biraz da Alınmıştır. Bezgin Bir Ses Tonuyla,
 — Merkeple Öküzün Yan Yana Koşulmayacağını Bilmiyom mu Sanıyon Bey. Sen Bunu Bana mı Söylüyon?
 — Kime Söylemeliyim Ağa? — Sen Bunu Git Vergi Memuruna Söyle. — Vergi Memuruna mı? — He ya! Bu Sene Ürünüm Kıt Oldu. Vergi Borcumu Ödeyemedim. Dört Gün Önce Vergi Memurları Öküzün Eşini “Vergi Borcunu Karşılar” Diyerek Alıp götürdüler. Sattılar. Benim Öküzün Eşi Sizin Gibi Beylerin Sofrasına Et, Sucuk Oldu Bey. Atatürk, Çok Sinirlenmiştir. Alışkanlığı Gereği Kızdığı Zaman Kaşlarını Çatmaktadır. Onun Bu Halini Gören Köylü, — Bana Niye Kaş Çatıyon Bey. Yalan Söylediğimi mi Sanıyon? Sana Ne Söylediysem Hepsi Doğru. Ben Küçükçekmece Köyündenim.Muhtara Sor İstersen. Atatürk, — Neden Kaymakam Bey’e Gidip Durumu Anlatmadın Ağa? — Gittim Bey. Köylü Duraksamıştır. Bunu Anlayan Atatürk, Devam Eder. — Kaymakam ne dedi? — Git borcunu öde, dedi. — Sen de Vali Bey’in yanına gitseydin. Köylü Atatürk’ü bir müddet süzer. Atatürk, konuşmadan dinlemektedir. Köylü konuşmaya devam eder. — Sen hiç Vali’nin yanına gitmemişsin bey. Halından belli oluyor. — Halimden belli mi oluyor? — He ya! Hem gitseydin bilirdin. — Neyi bilirdim? — Kapıdaki Jandırmaların adamı içeri koymadığını, bey. Atatürk, — Başvekil İsmet Paşa’ya telgraf çekip, durumunu niye izah etmedin?, diye sorar. Köylü gülümseyerek, — İnsanı güldürme bey. Başvekilin kulağı sağır, duymaz diyola, der. Atatürk, kızmıştır. — Peki! Gazi Paşa’ya niye telgraf çekmedin?,diye sorar. — O’nunda bir gözü kör, görmez diyola. Hem, sen zenginsin. Tomofilin bile var. Bunları heç duymadın mı? Atatürk, cüzdanından elli lira çıkarır. — Bunu kabul et ağa. ĎÖküzün yanına bir eş alırsın, der. Elleri titreyen köylünün, elini sıkar. Yanından ayrılır. Hızlı adımlarla arabasına doğru yürür. Florya köşküne döner. Başbakan İsmet Paşa’ya şu telgrafı çeker. —“ Derhal Heyeti Vekileyi (Bakanlar Kurulu’nu) topla, İstanbul’a gel.” Başbakan başkanlığında Bakanlar Kurulu Florya köşküne gelirler. Atatürk, şoförünü köylüyü alıp gelmesi için yollamıştır. Arabanın içinde sıra sıra dizilmiş Jandarmaların arasından Florya Köşküne gelen köylü “Eyvah ben ne yaptım” diye için için dövünmektedir. Kendisini kapıda karşılayan şık giyimli bir beyefendi nazik bir sesle “ beni takip edin efendim” deyince içi biraz ferahlasa da çok korkmuştur. Adamı takip ederek büyük bir toplantı salonuna girerler. Salon kalabalıktır. Ortada büyük bir masa, etrafında sandalyelere oturmuş şık giyimli insanlar ile ayakta duran iki kişi daha vardır. Gözleri karamış, ayakları bedenini taşımakta zorlanmaktadır. Heyecandan kalbi fırlayacak gibidir. Tanıdık bir ses duyar. — Hoşgeldin ağa. Gel yerin burada. Diyen Atatürk, sağ tarafında, yanında ayırdığı boş sandalyeyi eliyle işaret etmektedir. Köylü, zorlanarak yürür ve yığılırcasına sandalyeye oturur. Durumunu anlayan Atatürk, — Sakin ol ağa. Korkacak hiç bir şey yok. — Sağol bey! Sağol. Köylünün soluklanmasını ve rahatlamasını bekleyen Atatürk, bir müddet sonra, — Seni buraya niye çağırdım biliyor musun ağa? — Hayır bey, bilmiyom. — Dün bana anlattıklarını, bu gün burada anlatmanı istiyorum. Ama; bir tek kelimesini dahi atlamadan, eksiksiz olarak anlatmanı istiyorum. Haydi başla, seni dinliyoruz. Köylü başından geçenleri bir bir anlatır. Daha önce söylediklerinin eksik olanlarını Atatürk, tamamlar. Köylünün konuşması bitince Atatürk, masada oturanları tek tek tanıtır. Kendisinin de Gazi olduğunu söyler. Sonra ayağa kalkar. Elini masaya sertçe vurarak, öfkeli bir sesle; — Beyler, ben çiftçinin koşumluk hayvanını sattıran kanun istemiyorum. Ben çiftçinin tohumluk buğdayını sattıran kanun istemiyorum. Ben çiftçinin tarım aletini, sağımlık hayvanını sattıran kanun istemiyorum. Ankara’ya dönecek ve bu işi hemen halledeceksiniz. Bu olaydan sonra aşağıdaki kanun bir gecede hazırlanıp yasalaştırılmıştır. İcra İflas Kanunu Madde 82/4.: Borçlu çiftçi ise, kendisinin ve ailesinin geçimi için zorunlu olan arazi ve çift hayvanları ve nakil vasıtaları ve diğer teferruatı ve tarım aletleri haczedilemez..." #MustafaKemalAtatürk Nusret ÖKER

27 Eylül 2019 Cuma

mayis 1932, sofya

Bu olay 1932 yılı Mayıs başlarında yaşandı.. Başbakan İsmet İnönü Rusya’da görüşmeler yapmış, Bulgaristan üzerinden yurda dönüş yapıyordu.. Yolu üzerindeki Sofya Elçiliğimize uğradı.. İnönü’nün Sofya Büyükelçiliğimize giriş yaptığını öğrenen eli silahlı Bulgar çeteleri elçiliğimizi kuşatmışlar.. İnönü’nün kendilerine teslim edilmesi için tehditler savuruyorlardı.. Türk Hükümeti Bulgar Hükümetine nota vermiş… Ama nota istenen etkiyi yapmamıştı.. Yetkililer durumu Atatürk’e arz ederler.. Atatürk ne karar verecek diye merakla bekleşirken.. Atatürk, güler.. : "Telefonu verin bana.." der.. Donanma Komutanını buldurur ve; “-BAŞBAKANIMIZI ORADAN ALIN VE GELİN..,” der.. İzmit’teki YAVUZ ZIRHLISI derhal Karadeniz’e açılır.. Son sürat Sofya’ya en yakın liman olan Varna önlerine varır.. Limanda havaya doğru yüz bir pare top atışı yapar.. Topların gürültüsünden evlerin tüm camları kırılır… Bulgar yetkililer bir telaş, pür telaş.. Donanma komutanının huzuruna çıkarlar.. “BUYUR KOMUTAN.. EMRET.” derler.. Komutan, Bulgar yetkililere, "İSMET PAŞA'YI ALMAYA GELDİM.." der.. Bulgar hükümeti derhal bir zırhlı tren hazırlar.. Koruma önlemlerini alır, Ve İsmet Paşa'yı Sofya'dan alıp, Varna'ya nakleder.. Varna’da bando, mızıka ve merasim kıtası hazır bekletilmektedir.. İsmet Paşa trenden iner… Bando, mızıka ve merasim kıtası eşliğinde Yavuz zırhlısına uğurlanır.... Komutan kırılan camların parasını öder, İsmet paşayı yurda getirir.. ***
Kaynak: Avni Altıner, "Her Yönüyle Atatürk" s.387-388) https://www.google.com.tr/search?q=Avni+Altıner,+"Her+Yönüyle+Atatürk"&client=opera&hs=fOY&sxsrf=ACYBGNTwwzbN5A6Dkt2Sv6RC0d61gTD8Ag:1569509793769&source=lnms&tbm=isch&sa=X&ved=0ahUKEwiwo-rN3-7kAhXjxIsKHeZ1AmMQ_AUIESgB&biw=1137&bih=644#imgrc=Q3P9z2QDS-aQWM:

16 Eylül 2019 Pazartesi

1923, Usak, seker fabrikasi

ATATÜRK'ü bekleyen çoktu. Hayati Bey hepsini atlatıp gelen yaşlı köylüyü içeri soktu. Gazi köylüyü ayakta karşıladı. Oturttu;
“Buyur Nuri Efendi.”
“Teşekkür ederim Gazi Paşam.
Ben Uşak’ın Kalfa köyündenim. Babamdan helva ile haşhaş yağı imalathanesi kaldı. Askerliğimi İstanbul’da yaptım. Gözümü, kulağımı açtım, İstanbul’da çok şey öğrendim. Avrupa’dan mektup zarfı içinde pancar tohumu getirttim. Bu tohumları köyümdeki toprağıma ektim. Pancarları rendeleyip kaynattım. Pekmez yaptım. Şeker elde ettim. Onunla köpük helvası imal ettim. Pancardan şeker yapabileceğimize inandım.
Mehmet Hacim Bey’in önderliğinde elli bir kişi birleştik Terakki-yi Ziraat Türk Anonim Şirketi diye bir şirket kurduk. 600 bin lira sermayemiz var.
Paşam! Bize el ver. Şeker fabrikamızı kuralım. Köylü ister pancar yetiştirir, ister fabrikada çalışır. Uşak şenlenir. El verir misin?"
”Cumhurbaşkanı yerinden fırladı, Nuri Efendi’yi sevgiyle, saygıyla kucakladı: “Hepiniz var olun!
Türkiye’yi bu azim, bu istek, bu şevk kurtaracak. Ben seni şimdi bir yaverle Başbakan’a yollayacağım. O da seni belki bir iki bakanla konuşturur. Hepsine bana anlattıklarını iyice anlat. Bir sorun olursa aldırma, bana gel. Kapım her zaman sana açık olacak.”
Nuri Efendi’yi yanaklarından öptü.
Bu heybeli köylü Türkiye’nin ilk şeker fabrikası kurucularından ünlü Nuri

Kaynak: Erhan Aktaş, Atatürk ve Uşak, İstanbul 1981106–108

7 Ağustos 2019 Çarşamba

14 Mart 1915, Canakkale, Azman Dedenin hikayesi

Azman Dede, Balıkesir’de son gömdüğümüz Çanakkale Gazisi İvrindi'nin Mallıca Köyü’nden 104 yaşında idi. Gençliğinde iki metreyi aşkın boyu, dev görünümüyle insan azmanı sayılmış herkes ona Azman demeye başlamış, soyadı kanunu çıkınca da Azman soyadını almıştı. Esas ismi adeta unutulmuştu. Yıllar önce bir yerel araştırma sırasında Mallıca Köyü Kahvesi’nde kendisiyle görüştüm. Kulakları ağır işitiyordu. Köylülerden biri yardımcı oldu. Benim sorduklarımı kulağına bağıra bağıra söyledi. Sorduklarımı cevapladı. Söz Çanakkale’ye geldiğinde o koca ihtiyar sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı. Kendi zor duyduğu için kan çanağına dönen gözleriyle bize de duyurmak için bağıra bağıra anlatmaya başladı: -"Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum. Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu. Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söylerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular. Yüzbaşı sordu; "Yavrum siz kimsiniz?", içlerinden biri; "Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz, Vatan için ölmeye geldik!.." diye cevap verdi. Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlarla ilgilendim. "Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır!.." diye. Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık. Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik. Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyor birgün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı. Bir ara yüzbaşı "Azman yandık!.." diye siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı. Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı. Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Muharebede bir ürküntü, panik meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!.. ...Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı. Al sancağı teslim etti Allah'a ısmarladı Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana... Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz avaz!.. Gözleri çakmak çakmak... Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış dişler kenetlenmiş bekliyorlardı. O an geldi. Birden yüzbaşı "Hücum!.." diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık. İşte tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler. İşte o an. Tam o an bir makinalı yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler. Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor!.. İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum!.." Azman Dede ağlıyordu. Ben ağlıyordum. Kahvede kim varsa ağlıyordu. Kahveci gözyaşları içinde bize çay getirdi. Eğildi; "Azman Dede hep ağlar. Niye ağladığını bugün ilk defa anlattı." Dedi. C. Bayar Üniversitesi Öğrenci Konseyi'nin hazırladığı Çanakkale adlı kitapçıktan

6 Ağustos 2019 Salı

Sehzadebasi Cami mimari Koca Sinan

Bir Mimar Sinan eseri olan Şehzadebaşı Cami´nin 1990´li yıllarda devam eden restorasyonunu yapan firma yetkililerinden bir inşaat mühendisi, caminin restorasyonu sırasında yaşadıkları bir olayı tv´de şöyle anlatmıştı. Cami bahçesini çevreleyen havale duvarında bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taşlarda yer yer çürümeler vardı.

Restorasyon programında bu kemerlerin yenilenmesi de yer alıyordu. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak kemerlerin nasıl inşaat edildiğini öğrenmiştik fakat taş kemer inşaası ile ilgili pratiğimiz yoktu. Kemerleri nasıl restore edeceğimiz konusunda ustalarla toplantı yaptık. Sonuç olarak kemeri alttan yalayan bir tahta kalıp çakacaktık. Daha sonra kemeri yavaş yavaş söküp yapım teknikleri ile ilgili notlar alacaktık ve yeniden yaparken bu notlardan faydalanacaktık.
Kalıbı yaptık.

 Sökmeye kemerin kilit taşından başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda hayretle iki taşın birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık. Şişenin içinde dürülmüş beyaz bir kâğıt vardı. Şişeyi açıp kâğıda baktık.

Osmanlıca bir şeyler yazıyordu. Hemen bir uzman bulup okuttuk. Bu bir mektup idi ve Mimar Sinan tarafından yazılmıştı. Şunları söylüyordu: "Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşaa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum."

Koca Sinan mektubunda böyle başladıktan sonra o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolu´nun neresinden getirttiklerini söyleyerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde kemerin inşaasını anlatıyordu.

Bu mektup bir inşanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insanüstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kâğıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarin erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan bu bilgilerden çok daha muhteşem olan 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur. Kaynak Unimetre sayfası

3 Ağustos 2019 Cumartesi

29 Ekim 1925, Ankara, 29 Ekim anisi

NEDEN 30 DEĞİL DE 29 EKİM? Atatürk Cumhuriyetin ilanı için, neden 29 Ekim’i seçti? İlandan 2 yıl sonra Ekim 1925’te, Fahrettin Altay Paşa Atatürk’ün misafiridir. Zihnini hep meşgul eden bir soru sorar ulu öndere. “Paşam benim dikkatimi çekti…Cumhuriyetimizin ilanının 29 Ekim gecesine denk gelmesi acaba bir tesadüfmüdür? Üç gün evvel, beş gün sonra da olabilirdi” Bunun üzerine Atatürk ona şöyle bir cevap verir. “Fahrettin, mütarekenin ilk günlerini hatırlarmısın?..Saray ve hükümet, teslimiyeti kabul etmişti. Hükümet sarayın, saray da itilaf devletlerinin elinin altına girmişti.Saray bu halden memnundu. Fakat ben bunu kabul edemezdim. Buna karşı koymakla bir çıkış yolunu temin ederek, bu mazlum milleti tarih sahnesinden silmek isteyenlere karşı harekete geçmek için kendimi vazifeli saymıştım. Dünyada tek başımıza idik. Fakat benim inandığım ideale, benimle beraber olanlar da bağlandılar ve netice hasıl oldu. Mütareke 30 Ekim 1918’de imzalanmıştı. Vatan parçalanmış, istilaya uğramıştı. Peki 30 Ekim 1918’den bizim İzmir’e girdiğimiz tarih olan 9 Eylül 1922’ye kadar kaç yıl geçti? Dört yıl. 29 Ekim 1923 de Cumhuriyeti ilan ettik. İşte 5 yıla sığdırdığımız büyük inkilap, bizim yaşadığımız şartlara duçar olmuş, hangi milletin tarihinde vardır? Bu mazlum millet, kendisinin hakkı olan yere ulaşmıştır. Çektiğimiz acıların, sıkıntıların en büyük mükafatı işte budur. Bütün Dünya buna şahit olmuştur. Daha da şahit olacakları vardır. Beni en çok mesut eden hadise, bu mazlum milletin hak ettiği bu yere gelmesidir. Sen benim 30 Ekim 1918 sonrası çektiğim azabı bilirsin, yanımdaydın. Mondros 30 Ekim’dir, Cumhuriyet 29 Ekim. İşte bu da mazlum bir milletin ahıdır. Sanırım ki o zamanki devletler bunu anlamışlardır” Atatürk burada bir an durur, elini masanın üzerine koyar ve; ”Deyiniz ki bu, tarihten silinmek istenen bir milletin öcüdür” Fahrettin Altay “Ama paşam bundan niye hiç söz etmediniz?” diye sorar. Atatürk cevap verir “Şahsen övünmek olurdu. Oysa esas övünmek benimle beraber mefkureye inananların, milletin ve ordunun hakkıdır” Atatürk’ün Cumhuriyet ilanı için 29 Ekim tarihini seçmesinin özel nedeni, bu cümlelerden de anlaşılıyor. Ulu önder 30 Ekim 1918’de imzalanan “Mondros Mütarekesi” ile her anlamda teslimiyet içine girmiş, kendi tabiri ile esarete uğramış milletinin, kaç yıl bu esaret altında kaldığı sorusuna tam 5 yıl cevap vermek istemedi. O nedenle 4 yıl 364 gün sonra Cumhuriyeti ilan ederek bir ifadeyi kesinleştirmek istemiştir. Esaretten 1 gün önce Cumhuriyeti ilan ederek bir anlamda öc almak istemiştir. Türk Milleti 5 yıldır esaret altındadır demek ona zor geldiğinden Türk Milleti 4 yıldır esaret altında kalmıştır diyebilmek için 30 Ekim’e bir gün kala cumhuriyetin ilan edilmesini istemiştir. Mustafa Kemal Atatürk, mağrur ve galip batılı devletlere “Ben 30 Ekim’i tanımıyorum..Sizden bir gün öndeyim..Siz 29 Ekim’i tanıyacaksınız” demiştir.

10 agustos 1930, Ankara, Cinar agaci

1930… Gene böyle güzel bir yaz günüydü. Yalova çiftliğindeydi. Bahçıvanları gördü, ellerinde testere… Hayrola? İki katlı ahşap köşk'ün hemen bitişiğindeki çınar ağacı büyümüştü, duvara dayanmıştı, dalları üst kat penceresinden girmek üzereydi, o dalları budayacaklardı. “Sakın” dedi, “ağaç kesilmeyecek, bina kaydırılacak!” Anlamadılar haliyle… Tekrar söyledi, “ağaç kesilmeyecek, bina kaydırılacak!” O gün için hayali bile imkansız olan bu görevi İstanbul belediyesi üstlendi, fen işlerinin başmühendisi Ali Galip Alnar ve teknik ekibi geldi. Bina çepeçevre kazıldı, temel seviyesine inildi, tren rayları getirildi, santim santim, adeta iğneyle kazar gibi temelin altına sürüldü, iki katlı ahşap bina komple rayların üstüne oturtuldu. Halatlarla atlara bağlandı, adım adım, üç günde 4 metre 80 santim kaydırıldı. Binanın yanına koltuk getirtmiş, üç gün boyunca oradan hiç ayrılmadan tüm çalışmaya nezaret etmişti. İşçiler çadırda kalıyordu, “benim için de kurun” dedi, işçilerle aynı şartlarda, çadırda geceledi. “Yürüyen Köşk” haberi, 10 Ağustos 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlandı. Çok ciddi eleştiri konusu oldu. Ankara kaynıyordu. Muhaliflere malzeme çıkmıştı. “Koskoca devletin başka işi yok mu, alt tarafı bir dal için bunca masrafa, bunca zahmete değer mi?” filan deniyordu. “Çevre bilinci”nin anca 70'li yıllarda gelişmeye başladığını düşünürsek, o yıllarda eleştiri konusu yapılması gayet normaldi. Her zaman olduğu gibi eleştirileri anlaşıyla karşıladı. Ama, devletin başka işi yok mu diyenlere şu muhteşem yanıtı verdi… “O çınar ağacı devlettir!” 

31 Temmuz 2019 Çarşamba

1 Nisan 1937, Bursa

Ankara’da öğrenimde bulunan Bursalı gençlerin düzenledikleri Uludağ gecesinde söylenmiştir.
Arkadaşlar!
Bu gece buradaki toplantımızı ve benim hakkımdaki derin duygularınızı Celâl Bayar çok güzel ve canlı bir anlatımla bana bildirdi. Bu sırada dedi ki: “Siz genç arkadaşlar, yorulmadan beni takibe söz vermişsiniz.” İşte ben özellikle bu sözden çok duygulandım.
Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman bile durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan, her yaratılmış için doğal bir durumdur. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevî bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür.
Sizler, yani yeni Türkiye’nin genç evlâtları, yorulsanız bile beni takip edeceksiniz. Ben bu akşam buraya yalnız bunu size anlatmak için gelmiş bulunuyorum. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk gençliği amaca, bizim yüksek idealimize, durmadan yorulmadan yürüyecektir. Biz de bunu görmekle mutlu olacağız. Şimdi çocuklar eğleniniz.
Bundan sonra gençler “Dağ Başını Duman Almış” marşını söylediler. Bunun üzerine Atatürk eski bir anısını anlattı:
Arkadaşlar!
Ben 1919 senesi mayısı içinde Samsun’a çıktığım gün elimde maddî hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk milletinin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevî bir kuvvet vardı. İşte ben, bu ulusal kuvvete, bu Türk milletine güvenerek işe başladım. Samsun’dan Anadolu içlerine kırık bir otomobille gidiyordum. Yanımda öteden beri yardımcılığımı yapan Salih ve Cevat Abbas’dan biri bulunuyordu. O kırık otomobil Anadolu yollarında ilerlerken ben daima düşünür ve yardımcıma şimdi sizin şakıdığınız şarkıyı söyletirdim. Ben ,Türk  ufuklarından bir gün mutlaka bir güneş doğacağına, bunun hareket ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağına o kadar emindim ki, bunu sanki gözlerimle görüyordum. O şarkıyı okutup tekrar ettirmekten amacım Türk’ün bu güneşi doğunca başarılı olacağını anlatmaktır. Bu sebepledir ki, demin söylenen şarkı benim on sekiz senelik bir anımı tazeledi. Bu şarkıyı söyletmeye önayak olan genç bayana teşekkür ederim.
Cumhuriyet, 1.04.1937

30 Temmuz 2019 Salı

dersim'de Sabiha Gokcen ile

Ve o gün Atatürk’le birlikte Diyarbakır ile diğer illerimizde bir geziye çıktık. Bu gezide Dersim de vardı.. Oraya ikinci kez gidiyordum. Yol boyunca Atatürk durmadan sigara içerek geçtiğimiz topraklara dalgın dalgın baktı. Zaman zaman alnında kırışıklar oluşuyordu. Bir şeylere üzüldüğü, bir şeylere sıkıldığı her halinden anlaşılıyordu. Âdeti böyleydi, düşünür, düşünür sonunda birden karşısındakine açılırdı. Diyarbakır'dan Elazığ'a geçtik. Fertek'te bir köprü yapılmış, onun açıIşını bizzat Atatürk yapacakmış. Harekâttan sonra kendisi de buraya ilk defa geliyordu. Kentlerden, ilçelerden, köylerden akın akın insanlar gelmişti.. Büyük bir coşku ile Ata'yı alkışlıyor, ellerini öpüyorlardı. Çocukların ellerinde kâğıt bayraklar vardı.. Ama ayaklarında ayakkabı, üstlerinde doğru dürüst bir giysileri yoktu.. Buna karşın ateş gibiydiler. Hepsinin gözlerinden zekâ fışkırıyordu. Paşa bu çocuklarla büyüklerden daha fazla ilgilendi. Onlarla konuştu, yanaklarını okşadı, okula gidip gitmediklerini sordu. Biri, «Daha burada okul yok!» deyince, derhal yanındakilere emir verdi: «İki ay sonra burada okulun açıldığını tedrisata başlanmış olduğunu bana bildireceksiniz!» Yaşlı bir köylü, Atatürk'ün karşısında hiç kıpırdamadan, sanki hazırol vaziyetinde bir asker gibi duruyordu. Onun bu hali Paşa'nın dikkatini çekmişti. Yanına giderek : «Bir derdin mi var?» diye sordu. Beriki derin bir nefes alarak : «Var Paşam!.» dedi. Ve sonra aralarında şu konuşma geçti: «Nedir derdin? Yol mu, su mu, elektrik mi, okul mu, tren mi?» «Hiçbiri değil.. Ömür varsa, para varsa yol yapılır, okul yapılır, tren gelir, su gelir, elektrik gelir..» «Peki o halde?» «Ama bir daha kolay kolay Mustafa Kemal Paşa gelmez bu memlekete..» Herkes dikkat kesilmiş bu konuşmayı izliyordu. Köylü devam etti : «Biz namert insanlar değiliz Paşam.. Biz nankör insanlar da değiliz.. Ama gaflete geldik.. Ben mi gaflete geldim? Haşa!. Benim gibiler gaflete gelir mi hiç! Ben ve daha pek çok Dersim'li Türkiye'nin selameti için, yabancı boyunduruğundan kurtulmamız için senin emrin üzerine silaha sarıldık.. Bu topraklar hepimizin Paşam.. Ama kendini bilmez üç beş kişi çıkıp, yine kendini bilmez cahilleri kandırarak buraların adını lekelemek istediler.. Bizi bağışlamazsan, kahrımızdan öleceğiz Paşam..» Atatürk elini ihtiyarın omzuna koydu bir asker arkadaşı ile, bir cephe arkadaşı ile bir kader arkadaşı karşılaşmış gibi. Sakin bir sesle şöyle konuştu: «Bu yaşına rağmen dağlardan, tepelerden aşıp buraya beni görmeye, bana bu hissiyatını söylemeye geldiğin için sana teşekkür ederim silah arkadaşım! Hatasız kul olmaz diye bir söz vardır.. Birkaç kişinin hata yapması ile bu hataya uzaktan yakından ortak olmamışları bir tutamayız. Sizler bizim kanımızdansınız, bizim insanlarımızsınız, bu toprakların insanısınız.. Geçmişteki ufak tefek hataları, küçük ve manasız davranışları unutmaya mecburuz. Kin beslememeye, kardeşliğimizi sürdürmeye mecburuz.. Ben Dersim'lilerin ve bura yöre halkının nasıl temiz, nasıl asil duygulu, nasıl vatanperver olduklarını yakinen bilirim. Sizlerin böyle hareketlere asla katılmamış olduğunuzdan da haberim var.. Biz bir milletiz, hepimiz bir milletiz. Buradan başka gidecek Türkiye'miz yok.. Bunu bilir, bunu idrak edersek bizi ne içerden, ne de dışardan kimse bölemez...» İhtiyar bu sözlerden sonra arkasında duran koçu kendi elleri ile kurban ederken gözlerinden pıtrak gibi yaşlar kurbanın kanına karışarak toprağı suluyordu. Törenden sonra Atatürk bana buralarda hangi dağ ve hangi sırtlarda uçuş yaptığımı sordu. Ben de bunları teker teker gösterdim kendisine. Yavaşça mırıldandı : «Munzırlar pek haşindir.. Çok dağlıktır bu arazi.. Bilirim.. Allah sizleri bilginiz sayesinde korumuş olacak.. Zira buralarda uçuş yapmak çok tehlikeli olsa gerek.. Üstelik aldığınız görevin durumu bakımından, mümkün olduğu kadar da alçalmaya mecburdunuz.. İhtiyarın sözlerini kulaklarınla duydun değil mi Gökçen? Bunu Ankara'ya döndüğümüzde herkese bizzat senin anlatmanı istiyorum.. Tarihte benzeri çok görülmüştür, yangın çıkaymak isteyenler önce bu yangında kendileri yanıp kül olurlar.. Bu yöre halkı gerçekten de çok temiz insanlardır. Bizimle birlikte savaşmışlardır. Onları lekelemeye kimsenin hakkı yoktur..» Malatya'dan sonra geri dönerken cesaretimi toplayarak kendisine şu soruyu sordum. «Buralara gelirken çok düşünceli ve çok üzgündünüz. Büyük, göz alabildiğine uzanan toprak parçalarına bakıp bakıp zincirleme sigara içtiniz.. Affınıza sığınarak bunun nedenini sorabilir miyim?» Yüzüme dikkatle baktıktan sonra beklediğim ve umduğum gibi bütün içini döküverdi: «İNSAN ÖMRÜ YAPILACAK İŞLERİN AZAMETİ KARŞISINDA ÇOK CÜCE KALIYOR GÖKÇEN.. GEÇTİĞİMİZ YERLERDE FABRİKALAR GÖRMEK İSTİYORUM, EKİLMİŞ TARLALAR, DÜZGÜN YOLLAR, ELEKTRİKLE DONANMIŞ KÖYLER, KÜÇÜK FAKAT CANLI TERTEMİZ SAĞLIKLI İNSANLARIN YAŞAYABİLECEĞİ EVLER.. BÜYÜK YEMYEŞİL ORMANLAR GÖRMEK İSTİYORUM. GÜRBÜZ ÇOCUKLARIN, İYİ GİYİMLİ ÇOCUKLARIN, YÜZLERİ SARARMAMIŞ, DALAKLARI ŞİŞ OLMAYAN ÇOCUKLARIN OKUDUĞU OKULLAR GÖRMEK İSTİYORUM.. İSTANBULDA NE MEDENİYET VARSA, ANKARA'YA NE MEDENİYET GETİRMEYE ÇALIŞIYORSAK, İZMİR'İ NASIL MAMUR KILIYORSAK, YURDUMUZUN HER TARAFINI AYNI MEDENİYETE KAVUŞTURALIM İSTİYORUM.. VE BUNU ÇOK, AMA ÇOK ÇABUK YAPMAK İSTİYORUM DEDİM YA, İNSAN ÖMRÜ ÇOK BÜYÜK İŞLERİ BAŞARABİLECEK KADAR UZUN DEĞİL. MAMUR OLMALI TÜRKİYE'NİN HER TARAFI, MÜREFFEH OLMALI.. DEVLETİN YAPAMADIĞINI, YAPMADIĞINI MİLLET; YAPAMADIĞINI, YAPMADIĞINI DEVLET YAPMALI.. HER ŞEYİ YALNIZ DEVLETTEN YA DA HER ŞEYİ YALNIZ MİLLETTEN BEKLEMEK DOĞRU OLMAZ.. DEVLET VE MİLLET DAİMA EL ELE OLMALIDIR ÜLKE SORUNLARINI GÖĞÜSLEMEDE.. BEN YAPABİLDİĞİM KADARINI YAPAYIM, SONRA NE OLURSA OLSUN DEMEK YOK BENİM KİTABIMDA.. GELECEĞİ, GELECEĞiN TÜRKİYE'SİNİ, GELECEĞİN HALKINI DÜŞÜNMEK GÖREVİM.. BİR İŞ ALDIK ÜZERİMİZE, BİR SAVAŞIN ÜSTESİNDEN GELDİK, ŞİMDİ EKONOMİK ALANDA SAVAŞ VERİYORUZ, DAHA DA VERECEĞİZ. BU HEYECANI YAŞATMAK, BU HEYECANIN ÜRÜNLERİNİ GÖRMEK LAZIM..» Kaynak: Sabiha Gökçen, “Atatürk’le Bir Ömür”, s. 156-160

29 Temmuz 2019 Pazartesi

1 subat 1938, Bursa ya son gelisi

Atatürk'ün Bursa'ya Son Gelişi Yalova'daki Otel Termal'in yapımı tamamlanmıştı. İşletmeye açılacaktı. Atatürk 22 Ocak 1938 günü Ankara'dan İzmit-Derince yoluyla Yalova'ya geldi. 1 Şubat 1938'de Yalova'dan Orhangazi'ye geldi. Buradan Gemlik'e gelerek Suni İpek Fabrikası'nın açılış töreninde bulundu. O gün saat 16.30'da Bursa'ya girdi. Yanında Başbakan Celal Bayar, içişleri Bakanı Şükrü Kaya, Bayındırlık Bakanı Ali Çetinkaya, ekonomi Bakanı Şakir Kesebir, Orgeneral Fahrettin Altay ve Ali Fuat Cebesoy da vardı.O gün Bursalılar ilk defa Atatürk'ü neşesiz gördüler. Yüzü soluktu, rahatsız olduğu her halinden anlaşılıyordu. Atatürk, doğruca yapımı tamamlanmış ve işletmeye açılmış bulunan Çelik Palas'a gitti. Özel dairesine çekildi. Ertesi gün Sümerbank Merinos Fabrikası'nın açılış töreni vardı, törende bulunduktan ve fabrikayı işletmeye açtıktan sonra, Bursa Belediye Başkanı Neşet Kiper'e bir mektup verdi. Mektup'ta Atatürk Bursa'lıların kendisine karşı gösterdikleri sevgi bağlılığa teşekkür ediyor, Çelik Palas'taki hissesi ile Bursalı'ların kendisine hediye ettikleri Köşkü Belediye'ye bağışladığını yazıyordu. Belediye Başkanı bu mektubu o gün okudu. Salon alkıştan inliyordu. Atatürk, artık bir daha Bursa'ya gelemedi. :( Attila Saran

28 Temmuz 2019 Pazar

9 kasim 1934, Baskumandan yaversiz gidemez

9 Kasım Çarşamba sabahı Atatürk’te adale kasılmalarıyla istem dışı hareketler ve inlemeler görüldü. 9 Kasım’ı 10 Kasım’a bağlayan gece oldukça sıkıntılı geçti. Atatürk’ e kısa aralıklarla oksijen verildi. Sabaha doğru boğazında hırıltılar azaldı. Saat 8.00’de Dr. Mehmet Kamil Berk ve Dr. Nihat Reşat Belger Atatürk’ e glikozlu serum verdiler (Bu serumun boş şişesi ve şırınga iğnesi halen İstanbul Tıp Fakü1te’sinde bulunmaktadır)... Saat 9.00 olduğunda göğsü hızla inip çıkmaya başladı. Dünyadaki son 5 dakikasına gözleri kapalı giriyordu. Dışarıda bütün bir ulus endişe içinde radyo başında bekliyordu. Savarona son bir saygı duruşu için sarayın önüne demirlemişti. İçerde saray tam bir sessizliğe gömülmüştü. Hasan Rıza Soyak sağ elini ellerinin içine alıp öpmüştü. Soyak’ın ardından Muhafız Komutan İsmail Hakkı Tekçe de aynı eli öptü ve yorganın içine koydu. Bu arada Prof Dr. Mim Kemal Öke Atatürk’ün açık gözlerini kapattı. Son nöbet defterine şöyle yazıldı : Saat 9’u 5 geçe Büyük Şefimiz Derin koma içinde terki hayat etmişlerdir. Atatürk’ün yaveri Salih Bozok şuursuzca sarayın merdivenlerinden aşağı koştu. Alt katta boş bulduğu bir odaya dalıp kapıyı kapattı. ..Az sonra içerden tek el silah sesi duyuldu. Sesi duyup odaya koşanlar O’nu kanlar içinde buldular kalbine sıktığı tek kurşunla devrilmişti." Bulunan notda “başkumandan yaversiz gidemez “ yazıyordu .

27 Temmuz 2019 Cumartesi

4 ekim 1934, isvec prensesi ile

Mustafa Kemal ATATÜRK'ün solundaki hanımefendi İsveç Prensesi İngrid, sağındaki ise İsveç Kraliçesi Louise Mountbatten. (4 Ekim 1934)

21 Temmuz 2019 Pazar

17 Temmuz 1934, Bolu

Tarih; 17 Temmuz 1934 - Atatürk’ün Bolu’yu ziyareti.. Cumhuriyet 10 yılını doldurmuştur.. Ülkede fabrikalar açılmakta, devrimler birer birer gerçekleşmektedir.. Türkiye 1934 yılı başlarında kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyan nadir ülkelerden biri olmuştur.. O günlerde Atatürk’ün gündeminde Türk dilinin yabancı dillerden arındırılması ve özüne dönmesi vardır.. 18 Temmuz 1934 tarihinde İstanbul’da 2.ci Türk dil Kurultayına katılmaya karar verir.. Bu kez İstanbul’a tren yoluyla değil, karayolu ile gidip daha önce gidemediği Kızılcahamam Adapazarı havalisini yakından görmek ister.. Bolu halkı ise uzun zamandan beri Atatürk’ü Bolu’ya davet etmekte, fakat sonuç alamamıştı.. Şehirde, Atatürk yoksa Bolu’ya küs mü endişesi başgöstermişti.. Çünkü, Milli Mücadele yıllarında Mustafa Kemal’in çağrısına uyarak Ankara’ya geçmek isteyen vatanseverler Padişahın etkin olduğu Hendek – Gerede hattında büyük zorluklar yaşamışlardı.. Bolululara bekledikleri müjdeli haberi Atamızın yaveri Cevat Abbas getirir.. Atatürk, 17 Temmuz günü Bolu’yu ziyaret edeceğini bildirir. Haber Bolu’da büyük heyecan ve coşku yaratır. Bolu Atatürk’ü en iyi şekilde karşılamak için seferber olur.. Atamızın arabadan inip Hisar'a kadar geçeceği yollara halılar serilmesine karar verilir. Cevat Abbas, yollara halı serilmesine karşı çıkar; "Efendiler, Gazi böyle şeyleri sevmiyor ve gösterişten de uzak kalınmasını istiyor" diyerek izin vermez.. Atatürk’ün daha önce çeşitli yerlerde söylediği şu sözlerini hatırlatır; "-Ben saltanat heveslisi değilim, halktan biriyim. Cumhuriyet adamı olarak karşılanmak isterim.." Genç Cumhuriyet görkemini, gösterişli törenlerden değil, ilkelerinden, devrimlerin ve kısa sürede kalkınmanın kuvvetinden aldığını göstermek istemektedir. *** Atatürk ve beraberindekiler 16 Temmuz 1934 sabahı otomobillerle Ankara’dan yola çıkar.. O geceyi Kızılcahamam’da geçirdikten sonra 17 Temmuz sabahı Bolu’ya doğru hareket ederler.. Bolulular, konuklarını öğleye doğru Gerede’de karşılar... Sıcak havadan bunalmış görünen heyeti kentin üzerinde bulunan Ramazan Dede tepesi denilen çamlığa çıkarırlar.. Atatürk burada Geredeli yetkililerden bilgi alır. Püfür püfür esen bu tepede esenlik bulur, tepeye Esentepe adını verir... İkindiye doğru Bolu’ya gelinir.. O gün, binlerce Bolulu Atasını heyecan ve sevinçle karşıladı. Bolulu gençlerin heyecanı Atatürk'ün dikkatinden kaçmamıştır. "-İşte Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği bunlardır. Bu gençlere değer vermeli ve en iyi biçimde yetişmeleri sağlanmalıdır. Çünkü Cumhuriyet, bunların omuzlarından yükselecektir.." diyerek genç kuşaklara inancını yinelemiştir. Heyet önce Hisar Tepe’ye çıkarılır.. Buradan Fırka Tepesine geçilir.. FIRKA TEPESİ bugün Kültür Parkın olduğu yerdir.. Bugün Kültür Sitesinin bulunduğu yerde Cumhuriyet Halk Fırkası (CHP) ve Halkevleri binası bulunuyordu.. Bu yüzden eski adı Hıdırlık olan tepenin adı FIRKA Tepesi olarak anılmaya başlamıştı. O zamanlar Fırka tepesi Bolu'nun en güzel yeriydi.. Buradan Bolu'nun seyrine doyum olmazdı. Bolular misafirlerini buraya davet eder, çam ağaçlarının altında tahta sandalyelerine oturup çay içer, doyumsuz manzaranın tadını çıkarırlardı.. Fırka bahçesinde yemekte kentin sorunları yanında dil tarih konuşmaları ağırlık kazanır.. Atatürk, burada tanıdığı Behire Hanım'ın, dil ve tarih üzerine konuşmalarından çok etkilenir.. Atatürk bu genç ve çalışkan hanıma: -"Senin adın bundan sonra BEDİZ olsun. Seninle Türk Kadınının temsilcisi olarak Mecliste çalışmak isterim" demiştir. Atatürk geceyi Fırka Tepesindeki halkevi binasında geçirmiştir.. Sabah uyandığında Bolu’nun etrafındaki mor, lacivert Köroğlu dağlarına uzun uzun bakarken dudaklarından "BOLU'yu ANKARA'dan ÖNCE GÖRMELİYDİM" sözleri dökülür.. *** Gazi'nin bir günlük Bolu ziyareti; Ramazan Dede olarak anılan tepeyi Esentepe, Reşadiye’yi Yeniçağa, Behire Hanım'ı da Milletvekili Bediz Morova yapmıştır. **** 17 Temmuz 1934 tarihli bu ziyaretten Boluluların aklında kalan, Atatürk’ün, Köroğlu Dağları'na bakıp "BOLU'yu ANKARA'DAN ÖNCE GÖRMELİYDİM" sözü olmuştur. Uzun yıllar bu sözlerin ne anlama geldiğine dair yorumlar yapılır.. O gün Boluluların Atasına cevabı; “-BİZ O, BİR ÇİFT MAVİ GÖZE HAYRANIZ..” olmuştur. Bolulular nezdinde 17 Temmuz'un bayram olması bu sebeptendir.. Mehmet Kurthan

17 Mart 1923, Yenice, Senin asil buyuklugun Milletin Bir Ferdiyim diye ovunmendir

Mustafa Kemal Atatürk, eşi Latife Hanımı da yanına alarak Güney gezisine çıkar. 17 Mart 1923 Cumartesi günü Adana-Mersin hatlarının kavuşma noktası olan Yenice İstasyonu’na varır. Atatürk’ün sırdaşı Kılıç Ali de geziye katılmıştır. Mersin’de tanık olduklarını şöyle anlatıyor: “Yenice istasyonu Gazi’yi karşılamaya gelen yoğun bir halk kitlesiyle dolmuştu. Gazi’yi davet etmek için Mersin ve Tarsus’tan da heyetler gelmişti. Mersin heyetinde ikinci grup milletvekillerinden Gazi’ye muhalif Mersin Milletvekili Ziya Bey de vardı. Ziya Bey, Birinci Meclis’te her şeye muhalif olan, hükümete her türlü güçlüğü çıkaranlardan biriydi. Şimdi de heyetlerin önüne düşmüş, onları Gazi’ye tekdim etmeye başlamıştı. Gazi sert bir çehre ile Ziya Bey’e döndü ve şu uyarıyı yaptı: “Sizin takdiminize gerek yok. Ben onları tanırım” Heyetle bizzat kendisi tanıştı, yürümeye başladı. Tren’e binerken de bize şöyle dedi. “Bu adamı yanıma sokmayın. Fena muamele yaparım.” Ziya Bey’e bunu özellikle hissettirdim. Fakat nedense dinlemedi. Mersin’e geldik. Gazi, hükümet konağına gitti. Orada da resmi kabul vardı. Ziya Bey, uyarıma rağmen orada da Gazi’ye sokulup gelenleri takdime başlamaz mı? Gazi fena halde sinirlendi: “Seni buraya teşrifat memuru mu yaptılar be adam? Çekil buradan.” Sonra da orada hazır bulunanlara ve heyetlere şunları söyledi: “Bana muhalif olanlara bir şey diyemem. Bunlar, görüş ve düşüncelerinde, kararlarında serbesttirler. Hatta böylelerini takdir bile ederim. Fakat hiç bir fikre ve karara dayanmayarak benden ayrılıp, şimdi de beni seven bu halka karşı güya benimle berabermiş gibi göstermeye kalkanların ikiyüzlü siyasetlerine de müsamaha gösteremem.” Mersin o tarihte kozmopolit bir şehir idi. Konuşulan diller arasında en az duyulanı Türkçe’ydi. Bu durum Gazi’nin sinirine dokunuyordu. Üstüne üstlük, ziyaret ettiği belediyede, Mudafaa-i Hukuk Cemiyeti’nde, Türk Ocağı’nda, okullarda hep ya kızacağı bir aksaklıkla ya da çatacağı bir sakarlıkla karşılaşıyordu. Belediye, otellerin birinde Gazi’ye bir öğle yemeği veriyordu. Nal şeklindeki büyük sofrada Gazi’nin tam karşısına Fransız konsolosunu ve onun yanına da Osmanlı Bankası’nın levanten bir müdürünü oturtmuşlardı. Belediye Başkanı ayakta, güya ev sahibi olarak sofraya hizmet ediyordu. Gazi, belediye başkanına sinirlendi. Ona dönerek şöyle dedi: “Resi Bey! Belediye Başkanları hizmetkarlık etmez, lütfen yerinize oturunuz.” Yemekten sonra belediye bahçesine gidilecek, orada halkla konuşulacaktı. Yollar, duvarların, ağaçların üzerleri, evlerin bahçeleri, balkonları, çatıları mahşer gibi, adeta üst üste yığılmış insan kalabalıklarıyla doluydu. Bahçe kapısının iki tarafına kız öğrenciler sıralanmış, saygı durumunda duruyorlardı. Sağ sıradakiler çiçek gibi giyinmiş, tertemizdiler. Bunlar şehrin kozmopolit kesimine mensup olanların çocuklarıydı. Sol sıradakiler ise nalın ve takunyalı, perişan kıyafetli Türk çocuklarıydı. Gazi, sol sırayı oluşturan bu çocuklarla ilgilendi. Bir ara Milli Eğitim müdürü yanına sokularak, “Sağ taraftakiler de bekliyorlar efendim”demez mi? Gazi, hiddetle bağırdı: “Burada teşrifatçılık yapacağınıza memleketinize, dilinize, hakim ve sahip olun’” Bahçenin tam orta yerinde taht şeklinde iki koltuk hazırlanmıştı. Buraya birkaç merdivenle çıkılıyordu. Koltukların birinde Gazi, diğerinde Latife Hanım oturacaktı. Gazi, bahçeye girip bu tahtı görünce daha çok kızdı: “Bu ne maskaralık?” Tahta sandalyelerden birini aldı, rastgele bir yere oturdu. Program gereğince, o tarihte Mersin’de doktorluk yapan Reşit Galip Bey, Mersin Türk Ocağı Başkanı sıfatıyla bir konuşma yapacaktı. Gazi ve hepimiz, Reşit Galip Bey’i ilk kez orada böyle tanıdık. Atatürk sinirli olduğu için Reşit Galip bir türlü konuşmaya cesaret edemiyordu. Latife Hanım’dan rica edildi. Gazi’den izni o aldı. Dr. Reşit Galip kürsüye çıktı. Konuşmaya başladı, Atatürk’ü çeşitli yönleriyle anlattıktan sonra, doğrudan doğruya kendisine şöyle hitap etti: “Senin asıl büyüklüğün, ‘Milletin bir ferdiyim’ diye övünmendir.” Bu söz Gazi’nin çok hoşuna gitmişti. Anadolu’da, halkın içinde çalışan bu genç doktorun samimi sözleri dört beş saattir devam eden asabiyetini hafifletmişti. (Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları – Derleyen Hulusi Turgut)