İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

5 Kasım 2022 Cumartesi

6 Mart 1930, Ataturk un sikayeti

"6 Mart 1930 günü akşamı ikameti için hazırlanan eve geldik. Biraz sonra sofrada buluşmak üzere yanındakilerden ayrıldı. Beni yanına alarak odasına girdi ve kapıyı kapattı. Bir koltuğa yığılır gibi oturdu. Çok yorgun ve sinirli görünüyordu. Bir sigara yaktı: Bunalıyorum çocuk.

Bunalıyorum çocuk, büyük bir ıstırap içinde bunalıyorum. Görüyorsun ya, her gittiğimiz yerde mütemadiyen dert, şikayet dinliyoruz. Her taraf derin bir yokluk, maddi, manevi perişanlık içinde. Ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz.

Bunda bizim günahımız yoktur. Uzun yıllar, asırlarca dünyanın gidişinden habersiz, bir takım şuursuz yöneticilerin elinde kalan bu cennet memleket, düşe düşe şu acınacak hale düşmüş. Memurlarımız henüz istenilen seviyede ve kalitede değil; çoğu görgüsüz, kifayetsiz ve şaşkın.

Değerli halkımız ise, kendisine mukaddes akideler şeklinde telkin edilen bir sürü batıl görüş ve inanışların tesiri altında uyumuş kalmış. Bu arada beni en çok üzen şey nedir bilir misin? Halkımızın zihninde kökleştirilmiş olan her şeyi başta bulunanlardan beklemek alışkanlığı.

İşte bu zihniyetle; herkes büyük bir tevekkül ve rehavet içinde, bütün iyilikleri bir şahıstan, yani şimdi benden bekliyor, fakat nihayet ben de bir insanım be birader. Kutsal bir kudretim yok ki.

Biraz durdu. Gözleri dolmuştu. Elleri hafifçe titriyordu. “Kalk bana kahve getirmelerini söyle de gel” dedi. Anlamıştım. Heyecanını yenmek için yalnız kalmak. Vakit kazanmak istiyordu. Kendisi ilk defa böyle halde görüyordum.

Dışarıda bir kaç dakika oyalandım. Odaya döndüğümde epey sakinleşmişti. Susuyordu. Getirilen kahveyi yavaş yavaş içti. Sonra her zamanki sesiyle konuştu:

Her ne hal ise. Yeise değil, hatta ufak bir tereddüte dahi düşmeye mahal yoktur. Halimizi bilmekle cesaretimizi kaybetmemeli.

Ümit ve şevk içerisinde yolumuza devam etmeliyiz. Er geç fakat muhakkak gayemize varacağız. Hadi, artık seni bırakayım. Ben de hazırlanıp sofraya ineceğim.

Salondan nasıl çıktığımı bilmiyorum. Çelik iradeli adamın, velev beş, on dakikalık olsun böyle bir sinir buhranı geçirmesi beni çok sarsmıştı. Günlerce bunun tesiri altında kalmıştım.

İşte, onca savaşlar, isyanlar, inkılaplar ve mücadeleler içerisinde Atatürk’ün şikayet ettiği tek an… 
O da bir kişiye beş dakikalık sitemden ibaret.
Umutsuzluğa kapıldığınızda, yorulduğunuzda aklınıza gelsin…"
Hasan Rıza Soyak - Atatürk'ten Hatıralar.

13 Nisan 2022 Çarşamba

Safiye Ali (* 2. Februar 1894 in Istanbul; † 5. Juli 1952 in Dortmund


 

The world was full of burdens for Safiye Ali growing up at a time when girls were not allowed to attend medical faculties. Greatly influenced by the sufferings of people in the Balkan Wars, she was to become a passionate physician. In those times, women's education was a rare luxury, but the effort of Turkey's first female physician was both commendable and unusual. She was born on Feb. 2, 1884 in Istanbul as the daughter of Ali Fırat Pasha, the adjutant of Ottoman Sultan Abdülaziz and Abdülhamid II, and Emine Hasene Hanım. Born in Damascus, her grandfather Hacı Emin Pasha worked as Shaykh al-Islam in Mecca for 17 years and was the founder of five associations that still offer funds to students.

As the youngest of four sisters, she lost her father at an early age and later moved to the mansion of her grandfather together with her mother. During her years at the Istanbul American College, she set her mind on becoming a physician. She graduated from the college in 1916 and enrolled in the Medical Faculty of the University of Würzburg, with a grant funded by Education Minister Şükrü Bey.

Ali was an active student during her years in Germany. She took philosophy and history classes and spent her free time at the clinics of German physicians. The Bavaria National Education Ministry gave her a hard time earning a medical qualification, as she was the only Turkish student in the exam, and had a powerful desire to rank first. Even though she achieved first place, the ministerial officials announced her only as a candidate of medicine.

Under the harsh conditions of World War I, Ali was afraid of failing. She completed her degree with success and returned to Istanbul. Following a six-week visit, she went back to Germany to specialize in gynecology and pediatrics. She married her colleague Ferdinand Krekeler who later took the Turkish name "Ferdi Ali." Eager to work for her country, she finally settled in Istanbul. Ali received her diploma as Turkey's first female physician in 1923, and opened her first clinic in the neighborhood of Cağaloğlu. At first, she advertised herself through newspapers and everything went well. But wealthy female patients did not give her credit due to her gender, and poor patients saw Ali as a shoulder to cry on, and even told her their secrets. Unfortunately, the work was not well-paid, and she did not have any colleagues to help her. She would accept lower examination fees if the patient had financial difficulties, otherwise she would ask the same fee as her male colleagues received. In a word, she was suffering from the lack of "equal pay for equal work" at that time.

Leaving aside her sufferings, Ali's deep passion pushed her to become more than a clinician. She started to give gynecological and obstetrics courses at the first women's medical school under the American College, and made a name for herself as the first female lecturer in higher education.

At that time, there were special care centers ("Süt Damlası" in Turkish) in different cities of Europe for children who were unable to have access to breast milk or to sterilized milk for different reasons. Its Istanbul branch was founded by the French Red Cross, but was later handed over to the "Himaye-i Etfal" (the then Social Services and Child Protection Agency) in 1925. Rather than offering treatment, the center's principal aim was to raise awareness among mothers about how to raise children properly. Later, Ali was assigned the head of the center, and its activities gained momentum. Pointing to the benefits of breast milk, she encouraged mothers to breast-feed their children. Besides this, she held training sessions on achieving a healthy diet. Voluntary caregivers used to visit homes to follow up on mothers who took this course. Ali established the Hilal-i Ahmer Hanımlar Society Little Children Clinic, which offered services to children of different ages. The clinic provided treatment for sick and weak children over 1 year's of age who no longer fed on breast milk. Apart from patient care, the clinic also organized training sessions for mothers and donated clothes twice a year.

Ali and her efforts for mother and children are enshrined in the hearts of Turkish people. She was always busy with her voluntary activities and patients flocked to her clinic. Moreover, her photos and statements were published in newspapers thanks to her activities in the field of women's rights at the Turkish Women Union. Ali, however, had to resign from the Süt Damlası Care Center because her colleagues forced her to quit. Her patients did not welcome this decision, and even women with children made demonstrations in front of the Hilal-i Ahmer Society and the house of Fuat Bey, the center's new head. There were rumors that Ali intentionally organized these demonstrations, yet she described such assertions as ridiculous, adding that the rumors were circulated by some male physicians who were jealous of their counterparts' success.

As a flourishing physician at the top level of her profession, Ali was forced to quit serving poor women and children. She was assaulted by male physicians many times and demoralized by groundless assertions, but struggled with patience and determination until she was diagnosed with cancer. Ali later moved to Germany and continued her profession during World War II, even though her health was deteriorating. Her successful career ended in Dortmund when she passed away in 1952, aged 61.

12 Şubat 2022 Cumartesi

1929 Kisi, Ankara



1929 yılıydı. Kış fena bastırmıştı...

Çankaya Köşkü’nün penceresinden baktığında kurtların cirit attığını gördü. Yalnızdı. Sabaha kadar sofrada misafirleriyle derin sohbetlere dalmış, yatalı kısa zaman olmuştu. Ailesini ve ileride kurmayı hayal ettiği evliliğini düşünürken içini saran tatlı bir telaşla uykuya daldı…

Berberi Mehmet Tanrukutmete günün ışıdığını ve henüz birkaç saat önce uyumaya giden, Gazi Paşa’nın her nasılsa erkenden ayaklandığını, emir erinin, “Kalk Memo! Paşa seni istiyor, tıraş olacakmış!” sesiyle anladı.
“Çabuk ol Mehmet! Paşa Hazretleri arkadaşlarıyla Ankara dışına gezintiye çıkacakmış. Bir telaş var…”
Bu havada, bu kış kıyamette nereye gidilecektir ki? diye kendi kendine sorarken tıraş malzemelerini ve genel maksatlı küçük cerrahi müdahale ekipmanını hızla çantasına koydu, uçarcasına, kara bata çıka soluğu Gazi’nin yanında aldı.
Paşa, çoktan berber kürsüsüne oturmuş beklemekteydi.
“Hadi bitir tıraşı, sonra sen de bizimle geleceksin…” dedi.
O anlarda evinde bulunan Kılıç Ali’nin de telefonu acı acı çaldı. Uyandı, yataktan fırladı. Telefondaki ses başyaverindi.
“Derhal seyahate çıkılıyor efendim. Hemen gelmenizi emir buyurdular Paşa Hazretleri.”
Saate baktı, vakit sabaha az kalmıştı. Hazırlandı, hemen köşke gitti.
Gazi o gün Kırşehir’de Özel İdare’den maaş alan öğretmenlerden, birkaç aydır maaş alamadıklarından dolayı şikâyet mektubu almış ve o gece sofrasında bulunan ilgili bakandan, öğretmenlerin niçin aylardır maaş alamadıklarını sormuş. Bakan da, “Havalar kış… Belki de onun için postalar işleyememiştir,” diye yanıtlamıştı.
O cevap üzerine, “Ya? Demek şimdi muhasaradayız (kuşatma) öyle mi? O halde şimdi biz de sofradan kalkar, gider, hem yolu açarız hem de Kırşehir’de öğretmenlerin dertlerini yakından dinleriz,” demiş ve derhal hareket emri vermişti.
Alışılmışın dışında kötü bir kıştı. Hava çok soğuktu...
Gazi gece sofrasında davetli bulunanlardan bazılarını da alarak gün tan ağarmadan yola çıktı.
Yola koyulanlar arasında gazeteci Falih Rıfkı da vardı. Berber Mehmet arkadaki arabada yaverlerle birlikte yol alıyordu. Hava o kadar pusluydu ki bir ara konvoy yolu kaybetti. Araçlar kara saplanınca tipiye rağmen yürüyerek bir köyün kahvesine sığındılar.
Soba soğuktu. Sahibi tedariksiz davranmış odun stoklamamıştı.
Mehmet hemen dışarı çıktı, bulabildiği kuru dal parçalarını getirip sobaya koydu, alevlendirmeye çalıştı ancak soba yanmıyordu. Herkes ellerini birbirine sürterek ısınmaya çalışırken Gazi’nin sesi duyuldu:
“Çabuk ol Memo! Donduracaksın çocukları. Gören de hiç ayazda kalmamış bunlar sanacak. Anlaşılan yaş ilerleyince rahata alışmış bunlar,” diye gülümsedi.
Mehmet koştu, dışarı çıktı, araçlardan birinin deposuna daldırdığı hortumla benzin çekti, küçük bir kaba doldurup geri döndü. Dönmesiyle benzini sobanın içindeki odun ve dal parçalarının üzerine atınca gürültü koptu.
Soba bir anda parlayınca kahvede bulunanlar kendilerini bir köşeye attı. Gazi küçük bir beden hareketiyle tedbirini aldı, köşelere sıvışanlara bakıp gülümsedi. Mehmet’e baktı, “Aferin çocuk iyi yaptın,” dedi.
Köşelere sıvışanlar üzerlerini toparlayarak hemen sobanın başına geçip ısınmaya başlarken, Gazi ellerini saç sobanın üzerinde gezdirerek ısıtmaya çalışırken, eskileri hatırladı, anlattı:
“Biz Harbiye’de okurken bir kış gene böyle çok şiddetli geçiyordu, okulun sobaları yanmıyordu. Derdimizi idareye anlatamadık. Arkadaşlar müdüre çıkmak için beni seçtiler. Müdür Zülüflü İsmail Paşa… Kendisini görmek için izinler aldım. Huzura çıktık. Soba meselesini açtık. Paşa birdenbire gürledi: “Soğuk mu? Ne soğuğu? Padişah efendimizin nimetleri gözünüze dizinize dursun. Görmüyor musunuz sobalar cayır cayır yanıyor. Çıkın, nankörler!”
Boş bir sandalyeyi altına çekip oturdu, bacak bacak üzerine attı, sigarasını yaktı, meraklı bakışlar altında konuşmasını sürdürdü:
“Baktık müdürün sobası gerçekten gürül gürül yanıyor. Paşa da buram buram terliyordu. Sıcaktan yakasını açmıştı. Ve sanıyordu ki mektebin tüm sobaları böyle yanmakta…”
Bir müddet sustu. Sonrasında yanındakilerin her birinin gözlerinin içinden geçen keskin bakışlarını Kılıç Ali’de odaklayarak, “Çocuklar biz Çankaya Köşkü’nde bazen, Zülüflü İsmail Paşa gibi kendimizi aldatmış olmayalım?” dedi.
Herkes susmuş sözlerin gerisinde neler olacağını düşünürken, Mehmet’in omzuna vurarak, “İçimizi ısıttın Memo, var ol!” dedi, ardından herkese seslendi:
“Hadi şimdi gitme vaktidir! Öğretmenler bizi bekler…”
Öğle saatlerinden çok sonra Kırşehir sınırına geldiler. Protokol gereği vali, başında şapka arkasında frak olduğu halde sınıra gelmişti. Gazi’nin içinde bulunduğu otomobili bir kez daha tarlaya saplandı. Etraftan yetişen köylüler otomobili kurtarmaya çalıştı. Vali de resmi kıyafetin içinde, çamur içindeki köylülere emir veriyordu. Gazi, “Vali Bey, bu kıyafet neden gerekli?” diye sordu.
Vali, “Efendim yol erkân bunu gerektiriyor,” deyince Gazi: “İşte masa başında yapılan talimatnameler, hatta kanunlar, günün birinde böyle gülünç de olurlar! Bilmek lazım olan yol, bu yol değildir; bizim geldiğimiz yoldur. Bu memleketin beklediği yol, şu karda kışta üzerinden emniyetle geçilebilecek yoldur…” diye konuştu.
Gidilecek yere varıldı. Öğretmenlerin dertlerini dinledi. İstirahat edildi. Gazi ve beraberindekiler Kırşehir’den Yozgat’a hareket etti.
Kent sınırında vali kazma kürek yolu açmaya çalışırken Gazi’yi karşısında buldu. Yanındaki İçişleri Bakanı Şükrü (Kaya) Bey’e dönerek, “İşte yol bilen vali böyle olur. Her ile böyle yol ve erkân bilen bir vali yok mu?” dedi ve ilave etti:
“Dilediğin zaman gidemediğin yere nasıl vatanım diyebilirsin?

2 Ocak 2022 Pazar

Ataturk cocuklari

Bir çocuk sahibi olamamak hep bir sızıydı yüreğinde. Bu acısını hiç gizlenmeyecekti de. Bir baloda Asaf İlbay, on altı yaşındaki kızını Atatürk’le tanıştırdığında yine nasıl da açığa vurmuştu bu acısını:

-“Asaf ile bir mahallenin çocuğuyuz. Belki aynı yaştayız da. Demek ben de vaktiyle evlenmiş olsaydım, on altı yaşında bir çocuğum olacaktı!” Gözleri yaşarmıştı. Ama Asaf İlbay’ın eşi atılacaktı hemen:

-“Paşam, bütün millet sizin çocuklarınızdır.”

-“Doğru, işte ben de bununla avunuyorum...” Yaşamının bir gerçeği de bu olacaktı hep; başkalarının çocuklarını sevmek, okşamak, kendi çocuğuymuşçasına bağrına basmak... Böylece avutacaktı kendini.

-“Belki benim çocuğum olmadığında bir gizli neden vardır. Çok sevdiğim bir tayımın ölümünden o kadar duygulanmıştım ki, günlerce acısını unutamadım, yemek yiyemedim. Ya çocuğumu kaybetmiş olsaydım, ne olurdum bilemem...”

Kendi çocuğu olmaması karşısında, “olsaydı ama onu kaybetseydim bu acıya dayanamazdım, iyi ki olmadı” diyecek kadar çocuk sevgisi ile dopdoluydu. Bu duygular içinde, gittiği her yerde gördüğü, karşılaştığı çocukları sevecek, kollayıp gözetecek, olanakları bulunmayanları alıp okutacak, çevresinden, evinden çocukları hiç eksik etmeyecekti.1

1 Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976, s. 86

Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009