İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

17 Aralık 2021 Cuma

1926, Karadeniz

Karadeniz vapuru.

Bizzat Mustafa Kemal'in projesiydi, yüzen fuar'dı, dünyada ilkti. 1924 de satın alındı. 130 metre boyunda, 16 metre genişliğindeydi. Aslında siyahtı Haliç'e çekildi bembeyaz boyandı kuğu gibi oldu. 1926 Cumhuriyetin ilanından sadece 3 yıl sonra hazırdı.
Mustafa Kemal Mudanya'dan bindi son denetlemeyi bizzat yaptı. İçinde Türk Malı ürünlerden oluşan bir sergiydi. İçinde üzüm, incir, Hereke halıları, Kütahya çinileri, lokum, Edirne sabunu, nakışlar, bakır tepsiler, tütün, yün, deri, koza, fındık tamamı Türk Malı ürünlerden oluşan sergiydi. Sergi salonları Sanayi Nefise Mektebi öğrencilerin yaptığı heykel, resim ve biblolarla süslenmişti.İbrahim Çallı gibi ressamlarımızın tabloları asılıydı.

Dünyanın bize gelmesini beklemeyelim biz dünyaya gidelim vizyonuydu genç Türkiye'nin uluslararası halkla ilişkiler gemisiydi. 180 yolcusu 105 mürettebatı vardı, yolcuları Türkiye'nin aydınlarıydı.
Milletvekilleri gazeteciler heykeltraşlar, ses sanatçıları tiyatro sanatçıları, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, İstiklal Marşı'nın bestecisi Zeki Üngör ve yönetimde 47 sanatçısıyla gemideydi. Her gidilen limanında o ülkenin milli marşı çalınıyor, konserler veriliyordu.  
Kaptanlığını Atlantik'i geçen ilk yolcu gemimiz Gülcemal'in efsane kaptanı Lütfü bey yapıyordu. Liman İşletmeleri Genel Müdürü Rauf Manyas'da sergilerin müdürüydü. 7 lisan bilen Semiha Hanım protokol müdürüydü, dekorasyonu mimar Naci bey tarafından yapılmıştı. Bu kadroyu Mustafa Kemal seçmişti.
İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça broşürler basıldı. Ürünlerin üzerinde 4 lisanda etiketler yapıştırılmıştı. Yabancı tüccarların Türkiye'den ithal bağlantısı kurabilmesi için standar vardı. İş Bankası şubesi bile vardı. Her standın başında iki üç dil bilen öğrenciler vardı.
12 ülkede, 16 şehri ziyaret etti. İspanya Barcelona, Fransa Ve hevre, Londra İngiltere, Amsterdam Hollanda, Hamburg Almanya, Stockholm İsveç, Helsinki Finlandiya, Leningrad Rusya,Gdansk Polonya, Kopenhag Danimarka, Anvers Belçika, Marsilya Fransa, Cenova İtalya, Napoli İtalya, limanlarına uğradı.

İngiliz, Fransız ve Alman gazeteleri Kemal Paşa'nın kısa saçlı kızları manşetleri atmıştı, mürettebatın yarısından fazlası kolejlerden seçilen İngilizce, Fransızca konuşan kızlarımızdı. Rengarenk elbiseler giymişlerdi, Avrupa kültürüne hakimdiler. Fesli insanların ülkesi İmajını bir anda yıkmışlardı. Avrupa hayretler içinde Türkiye'nin çağdaş yüzü ile tanışıyordu. 
Limanlarda verilen konserlerde adeta izdiham yaşanıyordu 10.000 civarında insan izlemişti. Karadeniz Vapuru'nun pürüzsüz İngilizce konuşan Bediha Celal'in rehberliğinde gezen Amsterdam Belediye Başkanı böyle bir Türk kadını ile karşılaşacağımı düşünemezdim diyordu.
Erkek mürettebatımız, Lacivert ceket, lacivert pantolon, tiril tiril beyaz gömlekler giyiyordu. Zarif boyun bağları takıyorlardı. Doğudan gelen bir vapurun "Orient esintisi" getireceğini düşünenler fena halde yanılıyordu. 
Güler yüzlü modern Türklerle karşılaşmışlardı.

Mustafa Kemal zekâsının yansımasıydı. Türkiye'nin sosyoekonomik tanıtımını yapan, bu yüzden fuar İzmir Enternasyonal Fuarı'nın işaret fişeğiydi. Ekonomi o yıllarda ve o şartlarda böyle yapıldı.

15 Aralık 2021 Çarşamba

20 Kasım 2021 Cumartesi

Sakarya Meydan savasi sonrasi Ankaraya donus

''Sakarya Meydan Savaşı Türk Orduları'nın zaferi ile sona ermiş, Gazi Ankara'ya dönmektedir. Yirmi gün geceli gündüzlü büyük bir endişe ve karamsarlık içinde yaşayan Ankaralılar, düşmanı yenen ordunun başkomutanına törenli bir karşılama düzenlemişlerdir. Ankara garından başlayarak şehre doğru yolun iki yakasında sıra ile dizilen hükumet ve meclis üyeleri, memurlar, öğrenciler, esnaf ve halk, gazi geçtikçe alkış tutup arkasına katılarak büyük bir alay halinde ilerlemektedirler. Meclis binasının önüne gelindiğinde Gazi alayın başında bulunanların yukarıya doğru yol almakta olduğunu fark etmişti.Meğer bu tören şöyle düzenlenmiş: ''cemaat'' halinde Hacı Bayram Veli'nin türbesine gidilecek, onun ''yüksek maneviyatının yardımıyla'' kazanılan bu büyük zafer için orada dua edilecek, sonra Meclis'e dönülerek nutuklar okunacaktır. Gazi: ''Öyle şey olmaz, yurt toprağını karış karış kanını akıtarak ve canını vererek savunan Mehmetçiğin hakkını ben evliyalara kaptırmam! '' deyip doğruca meclis binasına sapar. Atatürk yıllar sonra bu olayı anlatırken sözüne şunları da eklemiştir: ''Kimileri benim bu davranışıma kamunun inancını inciten yersiz bir davranış gözüyle bakmış olabilirler; ama ben, hele yurdun savunmasında, güvenilecek gücün evliyaların, yatırların ''maneviyatı'' olmayacağını hatırlatmayı artık zorunlu bulmuştum.''

17 Kasım 2021 Çarşamba

Aklımın gösterdiği yolda yürümeliyim

Çocukluğumdan beri tek bir tabiatım vardır, oturduğum evde ne ana, ne kız kardeş ne ahbapla bulunmaktan hoşlanırım. Ben, yalnız ve bağımsız olmayı, çocukluktan kurtulduğum günlerden başlayarak daima tercih etmiş ve sürekli olarak öyle yaşamışımdır. Tuhaf bir halim daha var: Ne anam-babam çok erken ölmüş, ne kardeş, ne de en yakın akrabamın, kendi tutum ve düşüncelerine göre, bana şu veya bu tavsiye ve nasihatte bulunmasına tahammülüm yoktu. Aile arasında yaşayanlar pekâlâ bilirler ki, sağdan soldan, pek saf ve samimi uyarmalardan yakalarını kurtaramazlar. Bu durum karşısında iki davranıştan birini seçmek zorunludur: Ya baş eğmek, ya da uyarı ve öğütleri hiçe saymak … Bence ikisi de doğru değildir. Baş eğmek nasıl olur?
En aşağı benimle yirmi, yirmi beş yaş farkı olan anamızın uyarılarına baş eğmek, geçmiş zamana dönmek demek değil midir?
Başkaldırmak; faziletine, iyi niyetine, yüksek kadınlığına inandığım anamın kalbini, görüşlerini altüst etmektir. Bunu da doğru bulmam.
Bununla beraber size, bu münasebetle anamın ve kız kardeşimin devrim işlerinde bana inandıklarını ve hizmet ettiklerini de söylemeliyim.
Biz Selanik’te, tahmin edeceğiniz tarihlerde, dış görünüşünün ne olduğunu bilmem, fakat fedakârca Komitacılık yapıyorduk.
Meşrutiyetin ilanından çok önce, bir gece bizim evde toplandık. Bu ev, Selanik’te Sanayi Mektebi karşısında pembe boyalı, büyükçe bir evdi. İşte bu evin bir odasında, arkadaşlarla toplanmıştık. Bu arkadaşlardan biri (öldü ya da şehit oldu, büyük bir saygı ile anarım), Kamil Bey adında bir süvari subayı idi, şişmanca bir zat… Çok paralar toplamışlardı, liralar, mecidiyeler ve gümüş madeni paralar… Bizim konuşma yaptığımız odaya bakan hizmetçi, anama bunu haber vermiş; yukarıda paralar, iddialar, tartışmalar var anlamında konuşmuş; anam hasta, ihtiyar, yatağından kalkmış; bizim bulunduğumuz odanın kapısına kadar gelmiş, biraz da ne konuştuğumuzu dinledikten sonra odasına dönmüş. Birtakım kararlar aldıktan sonra arkadaşlarım gitti.
Derken, uyumakta olduğunu sandığım anam yanıma çıkageldi. Bana dedi ki:
‘Çocuğum, bir şey anlamak istiyorum, sen ve senin arkadaşların, yedi evliya gücünde Padişaha isyan mı ediyorsunuz?’
Anama, ne düşündüğümüzü ve ne yaptığımızı söylemek istemiyordum. Fakat bizim o akşamki toplantılarımızı gördükten, her şeyi öğrendikten sonra, artık anamdan ve kardeşimden gerçeği gizlemeye gerek görmedim.
Evet, anne dedim, senin yedi evliya gücünde saydığın adamın hiçbir gücü yoktur. Biz burada toplanan insanlar memleketi bu zalimlerden kurtarmak istiyoruz. Senin aklın buna ermeyebilir yahut evladın olduğumu unutarak, gider evliyalara kavuşursun.
Annem o zaman aklını başına aldı, dedi ki:
‘Evladım, siz acemisiniz. Mademki böyle şeylerle uğraşıyorsunuz, yaptığınız işlerden bana haber verin ve gizli şeylerinizi bana getirin. Çok dikkat etmelisiniz, başarmak zordur; mahvolmak daha tabii kabul edilmek lazımdır.
Ne yapayım, bir tek erkek evladımsın, senin mahvolmanı istemiyorum, bu çok gücüme gidiyor.’
Anne dedim, bu işler almış yürümüştür. Ben, namuslu bir adam olarak bu işlerin içinde bulunmak zorundayım. Beni bundan meneder misiniz?
‘Hayır evladım, bir gün bu işler olduktan sonra, senin namus ve haysiyet sahibi olanlarla beraber görmezsem, işte o zaman üzülürüm. Ben, senin kadar okumadım, senin kadar bilmem, senin gördüğün, anladığın şeyleri yapmana engel olmaya kalkışmam, yalnız dikkat et, önemli olan başarmaktır. Başarmaya çalışınız…’ 
(Nutuk Öncesi Atatürk Konuşuyor / İsmet Bozdağ)
***      
Mustafa Kemal, kelle koltukta, gizli toplantılar yaptı, gizli örgüt kurdu; asla yolundan dönmedi, inancını yitirmedi.
Karşısına çıkan engelleri, akılla, bilimle, cesaretle aştı.
Köle olmayı kabul etmedi, özgürlüğü seçti.
Ölümü göze aldı ve yürüdü ve savaştı ve boynumuza geçirilmek istenen kölelik zincirini kırıp attı.
Aşağıdaki ifadeler, Mustafa Kemal Atatürk’e aittir.
“Vatanın ve ulusun özgürlüğü için uğraşırken beni bekleyen sonuçlar nedir?
Ya başaracağım ya da başarısız olacağım!
Başarınca sorun yok, başaramazsam nelerle karşılaşacağım?
Ölüm ya da esaret! Peki, ben bu işe neden kalkışıyorum?
Ulusal onurumuzu ve kutsal bildiğimiz her şeyi yabancıların çiğnediği bir vatanda yaşamaktansa ölmeyi yeğlediğim için. Öyleyse ölüm beni korkutmaz!
Peki ya esaret? Zaten şimdi esaret altındayız.
Özgürlük uğruna savaşırken esir düşmek insanı alçaltmaz, düşman bile saygı duyar.
Demek ki ben, aklımın gösterdiği yolda yürümeliyim.

8 Kasım 2021 Pazartesi

07.11.1938, Dolmabahce, Son istegi Enginar

İste son 3 güne girilmişti.

Hastalık, artık son aşamasındaydı.

Atatürk 29 Ekim'den 7 Kasım'a kadarki 10 günü yarı uyur, yarı uyanık vaziyette geçirdi. Genellikle kendinde değildi. Uyku arasında bazı kelimeleri belli belirsiz tekrar ediyor, ayıldıkça da süt, pirinç suyu ve meyve sularından oluşan mönüsüyle karnını doyurmaya çalışıyordu.

O günlerde canı enginar yemeği istedi. Fakat o zaman İstanbul'da enginar bulunmadığından Hatay'a ısmarlandı. Enginarlar geldiğinde o ölüm döşeğinde, derin bir uykudaydı.

Yemek kısmet olmadı.

5 Kasım Cumartesi hafif kendine gelir gibi olunca başucundaki Makbule Hanım, Afet Hanım ve Sabiha Hanım, ince, kemikli elini son kez öperek onunla vedalaştılar.

Karnındaki su iyice artmış ve göğsüne ve kalbine baskı yapmaya baslamıştı. Bu yüzden boğulur gibi oluyor, zor nefes alıyor, ıstırabı, yüzünden okunuyordu.

Sonunda 7 Kasım Pazartesi sabahı arkaüstü yatarken tükürmeye basladı. Tükürüğünde kan vardı. Hemen doktorlar geldiler. Atatürk, Nihat Reşat Belger'e:

"Doktor" dedi,."karnımdan bu suyu çekmek zamanı geldi. Çünkü bu mayi benim nefesime dokunuyor. Soluk almamı güçleştiriyor. Bunu çekip alın."

Belger "Emri devletinizi yarın ifa ederim" diyecek oldu. Çünkü su çekme işlemi öncesi kalbi takviye edecek önlemler almak istiyordu. Üstelik ilk üç ponksiyonu yapan Mim Kemal Öke sarayda değildi. Ama Atatürk de dayanacak halde değildi:

**"Emrediyorum, bunu bugün çekin".**dedi.

Bu, onun son buyruğuydu ve odadaki doktorların hiçbiri bu emre direnemedi.

Hasan Rıza Soyak (genel sekreteri):

"Çaresiz kalan doktorlar hazırlık yapmak üzere odadan çıktıktan sonra kaşlarını çattı. Hiddetli bir sesle:

**'Niçin tereddüt ediyorlar? Olacak olur' **dedi. Sonra da karnını işaret ederek:

'Bu, insuportable'dır (dayanılmaz)' diye ekledi."

7 Kasım günü saat 12.20'de üçüncü ponksiyon başladı. Bu kez operasyonu Mim Kemal Öke yerine Dr. Mehmet Kâmil Berk yapıyordu.

Dr. Nihat Reşat Belger (doktoru):

"Atatürk su çekme esnasında suyun hepsinin çekilmesini ısrarla emrediyordu. Bizlere** 'Kaç litre var? Sayın' **diyordu. Sayan bendim. Ve her yarım litreyi bir sayarak '12 litre' dedim. Hakikatte 6 litre su çekmiş bulunuyorduk."

Bu operasyondan sonra Atatürk'ün ateşi hafif yükseldi. Fakat rahatlamıştı. Aksam 20.00'den geceyarısına kadar sakin uyudu. Geceyarısı uyandı.

8 Kasım'a girilirken, kendini bilmiyordu...

Kaynak:

Sami Çelik - Atatürk'ün Son 100 Günü
Hasan Rıza Soyak - Atatürk'ten Hatıralar
Can Dündar - Sarı Zeybek
Hulusi Turgut - Atatürk'ün Sırdaşı Kılıç Ali'nin Anıları

10 Temmuz 2021 Cumartesi

31.07.1920, AFYON KARAHİSAR, Ya istiklal Ya Olum

Efendiler! 

Eski silah arkadaşlarımla böyle yakından ve samimi temasta bulunmaktan büyük vicdani zevk hissediyorum. Sizinle oturup uzun hasbıhal etmek isterdim. Fakat çoksunuz; müsait yer de yok. Bu sebeple hissiyatımı birkaç cümle İle mülahaza etmekle yetineceğim. 

Arkadaşlar! İngilizler ve yardımcıları milletimizin bağımsızlığını İmhaya karar vermişlerdir. Milletler bağımsızlıklarını hiç kimsenin lütuf ve atfetme borçlu değildir. Hiç kimse kimseye, hiçbir millet diğer millete hürriyet ve bağımsızlık vermez. Milletlerde tabiat en yaratılıştan mevcut olan bu hak, milletlerce kuvvede, mücadele İle mahfuz bulundurulur. Kuvveti olmayan, dolayısıyla mücadele edemeyen bir millet, mahkûm ve esir vazıyettedir. Böyle bir milletin bağımsızlığı gasp olunur. 

Dünyada hayat için, insanca yaşamak için bağımsızlık lâzımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder. 

Kuvvet ordudur. Ordunun hayat ve saadet kaynağı, bağımsızlığı takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan vicdanı imadır 

İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii olarak evvela onu ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Mütareke şartlarının tatbikatı ile silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler. Ordumuzu tamamen lağvederek, milleti, bağımsızlığını muhafaza için muhtaç olduğu dayanak noktasından mahrum etmeye teşebbüs ettiler. Bir taraftan da müdafaasız, ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletin de izzetinefsine, her türlü haklarına ve mukaddesatına taarruzla milleti alçaklığa, boyun eğmeye alıştırmak planını takip ettiler ve ediyorlar. 

Her halde ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu. orduyu imha etmek için, mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta engeller ve müşkülat kalmaz. 

Bu hakikat karsısında ve içinde bulunduğumuz vaziyete göre subaylar heyetimize düşen vazifenin mahiyeti, ehemmiyeti ve kıymeti kendiliğinden meydana çıkar. 

Milletimiz hür ve bağımsız yaşamak lüzumuna tam bir iman ile kani olmuş ve buna kati azim İle karar vermiştir. Zaman zaman, şurada burada üzüntü verici karaktersizliklerin görülmüş olması, hiçbir vakit milletimizin genel kanaatine, hakiki İmanına sekte vurmamıştır ve vurmayacaktır. 

Dolayısıyla kuvvetin, ordunun vücudu İçin lazım olduğunu söylediğim kaynak ki milletin vicdanı imanıdır mevcuttur. Ordu ise, arkadaşlar, ancak subaylar heyeti sayesinde vücut bulur. Malum bir askeri hakikat, felsefi hakikattir; "ordunun ruhu subaylardır." O halde subaylarımız, düşmanlarımız tarafından yıkılmak İstenilen ordumuzu tamir edecek ve canlandıracak ve ordu ve milletimizin bağımsızlığını muhafaza edecektir. Millet, bağımsızlığının muhafazasından ibaret olan hayati gayesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların yüce olan vazifesi budur. 

Allah göstermesin milletin bağımsızlığı ihlal edilirse bunun vebalı subaylara ait olacaktır. Subaylar, izah ettiğim yüce, mukaddes ve bütün açılardan üzerlerine düşen vazife itibariyle, bütün mevcudiyetleriyle ve bütün dikkat ve fesaretleriyle, giriştiğimiz Bağımsızlık mücadelesinde birinci derecede faal ve fedakâr olmak mecburiyetindedirler. Şahsi ve özel hayatları itibariyle de subaylar, fedakârlar sınıfının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler. Çünkü düşmanlarımız herkesten evvel onları öldürür. Onları aşağılar ve hor görürler. 

Hayatında bir an olsa hile subaylık yapmış, subaylık izzetinefsini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan, hayatta iken, düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü hu muamelelere katlanamaz. Onun yaşamak İçin bir çaresi vardır. Şercimi korumak! Halbuki düşmanlarımızın da kastettiği, o şerefi ayaklar altına atmaktır. 

Dolayısıyla subay için "ya istiklâl. ya ölüm" vardır Fakat arkadaşlar ölmeyeceğiz, bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşayacağız ve milletimizi daima bağımsız görmekle bahtiyar olacağız

Mihail Çakır, 1938, Moldova

Anıtkabir müzesinde Atatürk'ün okuduğu kitaplar bölümü var.
Bu kitaplardan biri de, “Gagauzların İstoriyası” (Gagauzların Tarihi) eseri.
Atatürk, satırların altını çizerek, sayfa yanlarına notlar alarak bu kitabı okudu. Kitabın yazarına, çalışmasını öven mektup ve şilt gönderdi.
O yazar…
Mihail Çakır (1861-1938)…
Gagauz /Gök Oğuz Türkü idi. Göçebe ataları Osmanlı yönetimindeki -bugün Moldova sınırları içinde yer alan- Besarabya'ya yerleşti.
Çuvaşlar, Yakutlar, Kumanlar, Peçenekler, Karamanlılar gibi Gagauzlar da Hıristiyan Türk idi.
Mihail Çakır Ortodoks Hıristiyan'dı. Üstelik papaz'dı.
Sadece din adamı değildi…
“Bu Türkçe laf eder” diye insanların zulüm gördüğü Rusya işgali döneminde Besarabya'da Gagauzların ana dillerini-milli kimliklerini kaybetmemeleri için çabaladı.
– İlk Türkçe alfabeyi hazırladı. Köy köy dolaşıp çocuklara Türkçe okuma yazma öğretti.
– Türkçe “Halkın Sesi” gazetesini çıkardı.
– Türkçe “Gagauzlar kimdir” diye kitaplar yazdı: “Gagauzlar Kumanların (Uzların, Oğuzların) evlatlarıdır, dili hakikat Türk dilinin soyundandır…”
Karaman Hıristiyanlardan Türkçe dualar getirtti; kilisesinde okuttu. İncil'i Türkçe'ye çevirtti. (Aynı dönemde Yozgatlı Türk Papa Eftim İstanbul'da, Müstakil Türk Ortodoks Patrikhanesi'ni kurdu.)
Papaz Mihail Çakır'a en büyük yardım 1931 yılında bir Türk'ten geldi: Hamdullah Suphi…

Çalıkoğlu Çelik (gönderisi)