İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

31 Temmuz 2019 Çarşamba

1 Nisan 1937, Bursa

Ankara’da öğrenimde bulunan Bursalı gençlerin düzenledikleri Uludağ gecesinde söylenmiştir.
Arkadaşlar!
Bu gece buradaki toplantımızı ve benim hakkımdaki derin duygularınızı Celâl Bayar çok güzel ve canlı bir anlatımla bana bildirdi. Bu sırada dedi ki: “Siz genç arkadaşlar, yorulmadan beni takibe söz vermişsiniz.” İşte ben özellikle bu sözden çok duygulandım.
Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman bile durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan, her yaratılmış için doğal bir durumdur. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevî bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür.
Sizler, yani yeni Türkiye’nin genç evlâtları, yorulsanız bile beni takip edeceksiniz. Ben bu akşam buraya yalnız bunu size anlatmak için gelmiş bulunuyorum. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk gençliği amaca, bizim yüksek idealimize, durmadan yorulmadan yürüyecektir. Biz de bunu görmekle mutlu olacağız. Şimdi çocuklar eğleniniz.
Bundan sonra gençler “Dağ Başını Duman Almış” marşını söylediler. Bunun üzerine Atatürk eski bir anısını anlattı:
Arkadaşlar!
Ben 1919 senesi mayısı içinde Samsun’a çıktığım gün elimde maddî hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk milletinin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevî bir kuvvet vardı. İşte ben, bu ulusal kuvvete, bu Türk milletine güvenerek işe başladım. Samsun’dan Anadolu içlerine kırık bir otomobille gidiyordum. Yanımda öteden beri yardımcılığımı yapan Salih ve Cevat Abbas’dan biri bulunuyordu. O kırık otomobil Anadolu yollarında ilerlerken ben daima düşünür ve yardımcıma şimdi sizin şakıdığınız şarkıyı söyletirdim. Ben ,Türk  ufuklarından bir gün mutlaka bir güneş doğacağına, bunun hareket ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağına o kadar emindim ki, bunu sanki gözlerimle görüyordum. O şarkıyı okutup tekrar ettirmekten amacım Türk’ün bu güneşi doğunca başarılı olacağını anlatmaktır. Bu sebepledir ki, demin söylenen şarkı benim on sekiz senelik bir anımı tazeledi. Bu şarkıyı söyletmeye önayak olan genç bayana teşekkür ederim.
Cumhuriyet, 1.04.1937

30 Temmuz 2019 Salı

dersim'de Sabiha Gokcen ile

Ve o gün Atatürk’le birlikte Diyarbakır ile diğer illerimizde bir geziye çıktık. Bu gezide Dersim de vardı.. Oraya ikinci kez gidiyordum. Yol boyunca Atatürk durmadan sigara içerek geçtiğimiz topraklara dalgın dalgın baktı. Zaman zaman alnında kırışıklar oluşuyordu. Bir şeylere üzüldüğü, bir şeylere sıkıldığı her halinden anlaşılıyordu. Âdeti böyleydi, düşünür, düşünür sonunda birden karşısındakine açılırdı. Diyarbakır'dan Elazığ'a geçtik. Fertek'te bir köprü yapılmış, onun açıIşını bizzat Atatürk yapacakmış. Harekâttan sonra kendisi de buraya ilk defa geliyordu. Kentlerden, ilçelerden, köylerden akın akın insanlar gelmişti.. Büyük bir coşku ile Ata'yı alkışlıyor, ellerini öpüyorlardı. Çocukların ellerinde kâğıt bayraklar vardı.. Ama ayaklarında ayakkabı, üstlerinde doğru dürüst bir giysileri yoktu.. Buna karşın ateş gibiydiler. Hepsinin gözlerinden zekâ fışkırıyordu. Paşa bu çocuklarla büyüklerden daha fazla ilgilendi. Onlarla konuştu, yanaklarını okşadı, okula gidip gitmediklerini sordu. Biri, «Daha burada okul yok!» deyince, derhal yanındakilere emir verdi: «İki ay sonra burada okulun açıldığını tedrisata başlanmış olduğunu bana bildireceksiniz!» Yaşlı bir köylü, Atatürk'ün karşısında hiç kıpırdamadan, sanki hazırol vaziyetinde bir asker gibi duruyordu. Onun bu hali Paşa'nın dikkatini çekmişti. Yanına giderek : «Bir derdin mi var?» diye sordu. Beriki derin bir nefes alarak : «Var Paşam!.» dedi. Ve sonra aralarında şu konuşma geçti: «Nedir derdin? Yol mu, su mu, elektrik mi, okul mu, tren mi?» «Hiçbiri değil.. Ömür varsa, para varsa yol yapılır, okul yapılır, tren gelir, su gelir, elektrik gelir..» «Peki o halde?» «Ama bir daha kolay kolay Mustafa Kemal Paşa gelmez bu memlekete..» Herkes dikkat kesilmiş bu konuşmayı izliyordu. Köylü devam etti : «Biz namert insanlar değiliz Paşam.. Biz nankör insanlar da değiliz.. Ama gaflete geldik.. Ben mi gaflete geldim? Haşa!. Benim gibiler gaflete gelir mi hiç! Ben ve daha pek çok Dersim'li Türkiye'nin selameti için, yabancı boyunduruğundan kurtulmamız için senin emrin üzerine silaha sarıldık.. Bu topraklar hepimizin Paşam.. Ama kendini bilmez üç beş kişi çıkıp, yine kendini bilmez cahilleri kandırarak buraların adını lekelemek istediler.. Bizi bağışlamazsan, kahrımızdan öleceğiz Paşam..» Atatürk elini ihtiyarın omzuna koydu bir asker arkadaşı ile, bir cephe arkadaşı ile bir kader arkadaşı karşılaşmış gibi. Sakin bir sesle şöyle konuştu: «Bu yaşına rağmen dağlardan, tepelerden aşıp buraya beni görmeye, bana bu hissiyatını söylemeye geldiğin için sana teşekkür ederim silah arkadaşım! Hatasız kul olmaz diye bir söz vardır.. Birkaç kişinin hata yapması ile bu hataya uzaktan yakından ortak olmamışları bir tutamayız. Sizler bizim kanımızdansınız, bizim insanlarımızsınız, bu toprakların insanısınız.. Geçmişteki ufak tefek hataları, küçük ve manasız davranışları unutmaya mecburuz. Kin beslememeye, kardeşliğimizi sürdürmeye mecburuz.. Ben Dersim'lilerin ve bura yöre halkının nasıl temiz, nasıl asil duygulu, nasıl vatanperver olduklarını yakinen bilirim. Sizlerin böyle hareketlere asla katılmamış olduğunuzdan da haberim var.. Biz bir milletiz, hepimiz bir milletiz. Buradan başka gidecek Türkiye'miz yok.. Bunu bilir, bunu idrak edersek bizi ne içerden, ne de dışardan kimse bölemez...» İhtiyar bu sözlerden sonra arkasında duran koçu kendi elleri ile kurban ederken gözlerinden pıtrak gibi yaşlar kurbanın kanına karışarak toprağı suluyordu. Törenden sonra Atatürk bana buralarda hangi dağ ve hangi sırtlarda uçuş yaptığımı sordu. Ben de bunları teker teker gösterdim kendisine. Yavaşça mırıldandı : «Munzırlar pek haşindir.. Çok dağlıktır bu arazi.. Bilirim.. Allah sizleri bilginiz sayesinde korumuş olacak.. Zira buralarda uçuş yapmak çok tehlikeli olsa gerek.. Üstelik aldığınız görevin durumu bakımından, mümkün olduğu kadar da alçalmaya mecburdunuz.. İhtiyarın sözlerini kulaklarınla duydun değil mi Gökçen? Bunu Ankara'ya döndüğümüzde herkese bizzat senin anlatmanı istiyorum.. Tarihte benzeri çok görülmüştür, yangın çıkaymak isteyenler önce bu yangında kendileri yanıp kül olurlar.. Bu yöre halkı gerçekten de çok temiz insanlardır. Bizimle birlikte savaşmışlardır. Onları lekelemeye kimsenin hakkı yoktur..» Malatya'dan sonra geri dönerken cesaretimi toplayarak kendisine şu soruyu sordum. «Buralara gelirken çok düşünceli ve çok üzgündünüz. Büyük, göz alabildiğine uzanan toprak parçalarına bakıp bakıp zincirleme sigara içtiniz.. Affınıza sığınarak bunun nedenini sorabilir miyim?» Yüzüme dikkatle baktıktan sonra beklediğim ve umduğum gibi bütün içini döküverdi: «İNSAN ÖMRÜ YAPILACAK İŞLERİN AZAMETİ KARŞISINDA ÇOK CÜCE KALIYOR GÖKÇEN.. GEÇTİĞİMİZ YERLERDE FABRİKALAR GÖRMEK İSTİYORUM, EKİLMİŞ TARLALAR, DÜZGÜN YOLLAR, ELEKTRİKLE DONANMIŞ KÖYLER, KÜÇÜK FAKAT CANLI TERTEMİZ SAĞLIKLI İNSANLARIN YAŞAYABİLECEĞİ EVLER.. BÜYÜK YEMYEŞİL ORMANLAR GÖRMEK İSTİYORUM. GÜRBÜZ ÇOCUKLARIN, İYİ GİYİMLİ ÇOCUKLARIN, YÜZLERİ SARARMAMIŞ, DALAKLARI ŞİŞ OLMAYAN ÇOCUKLARIN OKUDUĞU OKULLAR GÖRMEK İSTİYORUM.. İSTANBULDA NE MEDENİYET VARSA, ANKARA'YA NE MEDENİYET GETİRMEYE ÇALIŞIYORSAK, İZMİR'İ NASIL MAMUR KILIYORSAK, YURDUMUZUN HER TARAFINI AYNI MEDENİYETE KAVUŞTURALIM İSTİYORUM.. VE BUNU ÇOK, AMA ÇOK ÇABUK YAPMAK İSTİYORUM DEDİM YA, İNSAN ÖMRÜ ÇOK BÜYÜK İŞLERİ BAŞARABİLECEK KADAR UZUN DEĞİL. MAMUR OLMALI TÜRKİYE'NİN HER TARAFI, MÜREFFEH OLMALI.. DEVLETİN YAPAMADIĞINI, YAPMADIĞINI MİLLET; YAPAMADIĞINI, YAPMADIĞINI DEVLET YAPMALI.. HER ŞEYİ YALNIZ DEVLETTEN YA DA HER ŞEYİ YALNIZ MİLLETTEN BEKLEMEK DOĞRU OLMAZ.. DEVLET VE MİLLET DAİMA EL ELE OLMALIDIR ÜLKE SORUNLARINI GÖĞÜSLEMEDE.. BEN YAPABİLDİĞİM KADARINI YAPAYIM, SONRA NE OLURSA OLSUN DEMEK YOK BENİM KİTABIMDA.. GELECEĞİ, GELECEĞiN TÜRKİYE'SİNİ, GELECEĞİN HALKINI DÜŞÜNMEK GÖREVİM.. BİR İŞ ALDIK ÜZERİMİZE, BİR SAVAŞIN ÜSTESİNDEN GELDİK, ŞİMDİ EKONOMİK ALANDA SAVAŞ VERİYORUZ, DAHA DA VERECEĞİZ. BU HEYECANI YAŞATMAK, BU HEYECANIN ÜRÜNLERİNİ GÖRMEK LAZIM..» Kaynak: Sabiha Gökçen, “Atatürk’le Bir Ömür”, s. 156-160

29 Temmuz 2019 Pazartesi

1 subat 1938, Bursa ya son gelisi

Atatürk'ün Bursa'ya Son Gelişi Yalova'daki Otel Termal'in yapımı tamamlanmıştı. İşletmeye açılacaktı. Atatürk 22 Ocak 1938 günü Ankara'dan İzmit-Derince yoluyla Yalova'ya geldi. 1 Şubat 1938'de Yalova'dan Orhangazi'ye geldi. Buradan Gemlik'e gelerek Suni İpek Fabrikası'nın açılış töreninde bulundu. O gün saat 16.30'da Bursa'ya girdi. Yanında Başbakan Celal Bayar, içişleri Bakanı Şükrü Kaya, Bayındırlık Bakanı Ali Çetinkaya, ekonomi Bakanı Şakir Kesebir, Orgeneral Fahrettin Altay ve Ali Fuat Cebesoy da vardı.O gün Bursalılar ilk defa Atatürk'ü neşesiz gördüler. Yüzü soluktu, rahatsız olduğu her halinden anlaşılıyordu. Atatürk, doğruca yapımı tamamlanmış ve işletmeye açılmış bulunan Çelik Palas'a gitti. Özel dairesine çekildi. Ertesi gün Sümerbank Merinos Fabrikası'nın açılış töreni vardı, törende bulunduktan ve fabrikayı işletmeye açtıktan sonra, Bursa Belediye Başkanı Neşet Kiper'e bir mektup verdi. Mektup'ta Atatürk Bursa'lıların kendisine karşı gösterdikleri sevgi bağlılığa teşekkür ediyor, Çelik Palas'taki hissesi ile Bursalı'ların kendisine hediye ettikleri Köşkü Belediye'ye bağışladığını yazıyordu. Belediye Başkanı bu mektubu o gün okudu. Salon alkıştan inliyordu. Atatürk, artık bir daha Bursa'ya gelemedi. :( Attila Saran

28 Temmuz 2019 Pazar

9 kasim 1934, Baskumandan yaversiz gidemez

9 Kasım Çarşamba sabahı Atatürk’te adale kasılmalarıyla istem dışı hareketler ve inlemeler görüldü. 9 Kasım’ı 10 Kasım’a bağlayan gece oldukça sıkıntılı geçti. Atatürk’ e kısa aralıklarla oksijen verildi. Sabaha doğru boğazında hırıltılar azaldı. Saat 8.00’de Dr. Mehmet Kamil Berk ve Dr. Nihat Reşat Belger Atatürk’ e glikozlu serum verdiler (Bu serumun boş şişesi ve şırınga iğnesi halen İstanbul Tıp Fakü1te’sinde bulunmaktadır)... Saat 9.00 olduğunda göğsü hızla inip çıkmaya başladı. Dünyadaki son 5 dakikasına gözleri kapalı giriyordu. Dışarıda bütün bir ulus endişe içinde radyo başında bekliyordu. Savarona son bir saygı duruşu için sarayın önüne demirlemişti. İçerde saray tam bir sessizliğe gömülmüştü. Hasan Rıza Soyak sağ elini ellerinin içine alıp öpmüştü. Soyak’ın ardından Muhafız Komutan İsmail Hakkı Tekçe de aynı eli öptü ve yorganın içine koydu. Bu arada Prof Dr. Mim Kemal Öke Atatürk’ün açık gözlerini kapattı. Son nöbet defterine şöyle yazıldı : Saat 9’u 5 geçe Büyük Şefimiz Derin koma içinde terki hayat etmişlerdir. Atatürk’ün yaveri Salih Bozok şuursuzca sarayın merdivenlerinden aşağı koştu. Alt katta boş bulduğu bir odaya dalıp kapıyı kapattı. ..Az sonra içerden tek el silah sesi duyuldu. Sesi duyup odaya koşanlar O’nu kanlar içinde buldular kalbine sıktığı tek kurşunla devrilmişti." Bulunan notda “başkumandan yaversiz gidemez “ yazıyordu .

27 Temmuz 2019 Cumartesi

4 ekim 1934, isvec prensesi ile

Mustafa Kemal ATATÜRK'ün solundaki hanımefendi İsveç Prensesi İngrid, sağındaki ise İsveç Kraliçesi Louise Mountbatten. (4 Ekim 1934)

21 Temmuz 2019 Pazar

17 Temmuz 1934, Bolu

Tarih; 17 Temmuz 1934 - Atatürk’ün Bolu’yu ziyareti.. Cumhuriyet 10 yılını doldurmuştur.. Ülkede fabrikalar açılmakta, devrimler birer birer gerçekleşmektedir.. Türkiye 1934 yılı başlarında kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyan nadir ülkelerden biri olmuştur.. O günlerde Atatürk’ün gündeminde Türk dilinin yabancı dillerden arındırılması ve özüne dönmesi vardır.. 18 Temmuz 1934 tarihinde İstanbul’da 2.ci Türk dil Kurultayına katılmaya karar verir.. Bu kez İstanbul’a tren yoluyla değil, karayolu ile gidip daha önce gidemediği Kızılcahamam Adapazarı havalisini yakından görmek ister.. Bolu halkı ise uzun zamandan beri Atatürk’ü Bolu’ya davet etmekte, fakat sonuç alamamıştı.. Şehirde, Atatürk yoksa Bolu’ya küs mü endişesi başgöstermişti.. Çünkü, Milli Mücadele yıllarında Mustafa Kemal’in çağrısına uyarak Ankara’ya geçmek isteyen vatanseverler Padişahın etkin olduğu Hendek – Gerede hattında büyük zorluklar yaşamışlardı.. Bolululara bekledikleri müjdeli haberi Atamızın yaveri Cevat Abbas getirir.. Atatürk, 17 Temmuz günü Bolu’yu ziyaret edeceğini bildirir. Haber Bolu’da büyük heyecan ve coşku yaratır. Bolu Atatürk’ü en iyi şekilde karşılamak için seferber olur.. Atamızın arabadan inip Hisar'a kadar geçeceği yollara halılar serilmesine karar verilir. Cevat Abbas, yollara halı serilmesine karşı çıkar; "Efendiler, Gazi böyle şeyleri sevmiyor ve gösterişten de uzak kalınmasını istiyor" diyerek izin vermez.. Atatürk’ün daha önce çeşitli yerlerde söylediği şu sözlerini hatırlatır; "-Ben saltanat heveslisi değilim, halktan biriyim. Cumhuriyet adamı olarak karşılanmak isterim.." Genç Cumhuriyet görkemini, gösterişli törenlerden değil, ilkelerinden, devrimlerin ve kısa sürede kalkınmanın kuvvetinden aldığını göstermek istemektedir. *** Atatürk ve beraberindekiler 16 Temmuz 1934 sabahı otomobillerle Ankara’dan yola çıkar.. O geceyi Kızılcahamam’da geçirdikten sonra 17 Temmuz sabahı Bolu’ya doğru hareket ederler.. Bolulular, konuklarını öğleye doğru Gerede’de karşılar... Sıcak havadan bunalmış görünen heyeti kentin üzerinde bulunan Ramazan Dede tepesi denilen çamlığa çıkarırlar.. Atatürk burada Geredeli yetkililerden bilgi alır. Püfür püfür esen bu tepede esenlik bulur, tepeye Esentepe adını verir... İkindiye doğru Bolu’ya gelinir.. O gün, binlerce Bolulu Atasını heyecan ve sevinçle karşıladı. Bolulu gençlerin heyecanı Atatürk'ün dikkatinden kaçmamıştır. "-İşte Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği bunlardır. Bu gençlere değer vermeli ve en iyi biçimde yetişmeleri sağlanmalıdır. Çünkü Cumhuriyet, bunların omuzlarından yükselecektir.." diyerek genç kuşaklara inancını yinelemiştir. Heyet önce Hisar Tepe’ye çıkarılır.. Buradan Fırka Tepesine geçilir.. FIRKA TEPESİ bugün Kültür Parkın olduğu yerdir.. Bugün Kültür Sitesinin bulunduğu yerde Cumhuriyet Halk Fırkası (CHP) ve Halkevleri binası bulunuyordu.. Bu yüzden eski adı Hıdırlık olan tepenin adı FIRKA Tepesi olarak anılmaya başlamıştı. O zamanlar Fırka tepesi Bolu'nun en güzel yeriydi.. Buradan Bolu'nun seyrine doyum olmazdı. Bolular misafirlerini buraya davet eder, çam ağaçlarının altında tahta sandalyelerine oturup çay içer, doyumsuz manzaranın tadını çıkarırlardı.. Fırka bahçesinde yemekte kentin sorunları yanında dil tarih konuşmaları ağırlık kazanır.. Atatürk, burada tanıdığı Behire Hanım'ın, dil ve tarih üzerine konuşmalarından çok etkilenir.. Atatürk bu genç ve çalışkan hanıma: -"Senin adın bundan sonra BEDİZ olsun. Seninle Türk Kadınının temsilcisi olarak Mecliste çalışmak isterim" demiştir. Atatürk geceyi Fırka Tepesindeki halkevi binasında geçirmiştir.. Sabah uyandığında Bolu’nun etrafındaki mor, lacivert Köroğlu dağlarına uzun uzun bakarken dudaklarından "BOLU'yu ANKARA'dan ÖNCE GÖRMELİYDİM" sözleri dökülür.. *** Gazi'nin bir günlük Bolu ziyareti; Ramazan Dede olarak anılan tepeyi Esentepe, Reşadiye’yi Yeniçağa, Behire Hanım'ı da Milletvekili Bediz Morova yapmıştır. **** 17 Temmuz 1934 tarihli bu ziyaretten Boluluların aklında kalan, Atatürk’ün, Köroğlu Dağları'na bakıp "BOLU'yu ANKARA'DAN ÖNCE GÖRMELİYDİM" sözü olmuştur. Uzun yıllar bu sözlerin ne anlama geldiğine dair yorumlar yapılır.. O gün Boluluların Atasına cevabı; “-BİZ O, BİR ÇİFT MAVİ GÖZE HAYRANIZ..” olmuştur. Bolulular nezdinde 17 Temmuz'un bayram olması bu sebeptendir.. Mehmet Kurthan

17 Mart 1923, Yenice, Senin asil buyuklugun Milletin Bir Ferdiyim diye ovunmendir

Mustafa Kemal Atatürk, eşi Latife Hanımı da yanına alarak Güney gezisine çıkar. 17 Mart 1923 Cumartesi günü Adana-Mersin hatlarının kavuşma noktası olan Yenice İstasyonu’na varır. Atatürk’ün sırdaşı Kılıç Ali de geziye katılmıştır. Mersin’de tanık olduklarını şöyle anlatıyor: “Yenice istasyonu Gazi’yi karşılamaya gelen yoğun bir halk kitlesiyle dolmuştu. Gazi’yi davet etmek için Mersin ve Tarsus’tan da heyetler gelmişti. Mersin heyetinde ikinci grup milletvekillerinden Gazi’ye muhalif Mersin Milletvekili Ziya Bey de vardı. Ziya Bey, Birinci Meclis’te her şeye muhalif olan, hükümete her türlü güçlüğü çıkaranlardan biriydi. Şimdi de heyetlerin önüne düşmüş, onları Gazi’ye tekdim etmeye başlamıştı. Gazi sert bir çehre ile Ziya Bey’e döndü ve şu uyarıyı yaptı: “Sizin takdiminize gerek yok. Ben onları tanırım” Heyetle bizzat kendisi tanıştı, yürümeye başladı. Tren’e binerken de bize şöyle dedi. “Bu adamı yanıma sokmayın. Fena muamele yaparım.” Ziya Bey’e bunu özellikle hissettirdim. Fakat nedense dinlemedi. Mersin’e geldik. Gazi, hükümet konağına gitti. Orada da resmi kabul vardı. Ziya Bey, uyarıma rağmen orada da Gazi’ye sokulup gelenleri takdime başlamaz mı? Gazi fena halde sinirlendi: “Seni buraya teşrifat memuru mu yaptılar be adam? Çekil buradan.” Sonra da orada hazır bulunanlara ve heyetlere şunları söyledi: “Bana muhalif olanlara bir şey diyemem. Bunlar, görüş ve düşüncelerinde, kararlarında serbesttirler. Hatta böylelerini takdir bile ederim. Fakat hiç bir fikre ve karara dayanmayarak benden ayrılıp, şimdi de beni seven bu halka karşı güya benimle berabermiş gibi göstermeye kalkanların ikiyüzlü siyasetlerine de müsamaha gösteremem.” Mersin o tarihte kozmopolit bir şehir idi. Konuşulan diller arasında en az duyulanı Türkçe’ydi. Bu durum Gazi’nin sinirine dokunuyordu. Üstüne üstlük, ziyaret ettiği belediyede, Mudafaa-i Hukuk Cemiyeti’nde, Türk Ocağı’nda, okullarda hep ya kızacağı bir aksaklıkla ya da çatacağı bir sakarlıkla karşılaşıyordu. Belediye, otellerin birinde Gazi’ye bir öğle yemeği veriyordu. Nal şeklindeki büyük sofrada Gazi’nin tam karşısına Fransız konsolosunu ve onun yanına da Osmanlı Bankası’nın levanten bir müdürünü oturtmuşlardı. Belediye Başkanı ayakta, güya ev sahibi olarak sofraya hizmet ediyordu. Gazi, belediye başkanına sinirlendi. Ona dönerek şöyle dedi: “Resi Bey! Belediye Başkanları hizmetkarlık etmez, lütfen yerinize oturunuz.” Yemekten sonra belediye bahçesine gidilecek, orada halkla konuşulacaktı. Yollar, duvarların, ağaçların üzerleri, evlerin bahçeleri, balkonları, çatıları mahşer gibi, adeta üst üste yığılmış insan kalabalıklarıyla doluydu. Bahçe kapısının iki tarafına kız öğrenciler sıralanmış, saygı durumunda duruyorlardı. Sağ sıradakiler çiçek gibi giyinmiş, tertemizdiler. Bunlar şehrin kozmopolit kesimine mensup olanların çocuklarıydı. Sol sıradakiler ise nalın ve takunyalı, perişan kıyafetli Türk çocuklarıydı. Gazi, sol sırayı oluşturan bu çocuklarla ilgilendi. Bir ara Milli Eğitim müdürü yanına sokularak, “Sağ taraftakiler de bekliyorlar efendim”demez mi? Gazi, hiddetle bağırdı: “Burada teşrifatçılık yapacağınıza memleketinize, dilinize, hakim ve sahip olun’” Bahçenin tam orta yerinde taht şeklinde iki koltuk hazırlanmıştı. Buraya birkaç merdivenle çıkılıyordu. Koltukların birinde Gazi, diğerinde Latife Hanım oturacaktı. Gazi, bahçeye girip bu tahtı görünce daha çok kızdı: “Bu ne maskaralık?” Tahta sandalyelerden birini aldı, rastgele bir yere oturdu. Program gereğince, o tarihte Mersin’de doktorluk yapan Reşit Galip Bey, Mersin Türk Ocağı Başkanı sıfatıyla bir konuşma yapacaktı. Gazi ve hepimiz, Reşit Galip Bey’i ilk kez orada böyle tanıdık. Atatürk sinirli olduğu için Reşit Galip bir türlü konuşmaya cesaret edemiyordu. Latife Hanım’dan rica edildi. Gazi’den izni o aldı. Dr. Reşit Galip kürsüye çıktı. Konuşmaya başladı, Atatürk’ü çeşitli yönleriyle anlattıktan sonra, doğrudan doğruya kendisine şöyle hitap etti: “Senin asıl büyüklüğün, ‘Milletin bir ferdiyim’ diye övünmendir.” Bu söz Gazi’nin çok hoşuna gitmişti. Anadolu’da, halkın içinde çalışan bu genç doktorun samimi sözleri dört beş saattir devam eden asabiyetini hafifletmişti. (Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları – Derleyen Hulusi Turgut) 

16 temmuz 1934, kizilcahamam

 Türk kadınına seçme seçilme hakkının verildiği günlerde.. Atatürk, Türk Dil Kurultayında konuşma yapmak üzere İstanbul’a gidecektir.. Bu kez tren yerine karayoluyla gitmeyi ister.. 16 Temmuz sabahı Otomobil’e yola çıkarlar.. Gezinin bu kısmını Atamızın manevi kızı Afet İnan şöyle anlatıyor; “-Sıcak yaz mevsiminde, otomobille Kızılcahamam yolundayız… O zaman ki şose yol, Zir Ovası’ndan giderdi. Yol boyunca bütün köylüler, Atatürk geçecek diye çıkmışlar, kısım kısım yerlerde toplanarak, ağaç dallarından çardaklar ve taklar yapmışlardı. Kazan köyüne yakın bir yerde durduk. Okul öğrencileri, öğretmenleriyle sıralanmıştı. Nahiye müdürü, köy muhtarı ve kadınlı erkekli köylüler hep bir arada idiler. Atatürk, üstü kapalı, yanları açık bir otomobilde… Yanımızda Nuri Conker ve Başyaveri bulunuyordu. Otomobil durdu. Fakat o topluluktan hemen cesaret edip yaklaşan olmamıştı. Adeta emir bekliyorlar gibi bir durum vardı. Onların içinden birden bire sırma işlemeli en güzel köylü elbiselerini giymiş. Yağız çehreli bir kadın otomobile yaklaştı. “Paşam hoş geldiniz, senin için yer hazırladık, ayran yaptık insene.” dedi. Atatürk nezaketle yolumuzun uzun olduğunu ve her yerde durmanın mümkün olamayacağını anlattı. Fakat aynı zamanda da bana, “Bu kadın kimmiş, sorsana.” dedi. Ben onunla konuşurken diğer erkekler de cesaret alarak Atatürk'e yanaşmışlar ve Onun çeşitli sorularına yanıtlar veriyorlardı. Satı Kadın’dan öğrendiğim şu idi: Kendisi Kazan köyünün muhtarı imiş ve seçimle köy yönetiminin başına yeni geçmiş. Muhtar Satı Kadın oraların hakimi edası ile ayranı otomobile getirtti. İçtik ve kendisinden köyü hakkında bilgi edinerek yola koyulduk. Atatürk, “İşte mebus olacak kadın.” dedi. Satı Kadın, Türk köylü kadının cesur bir sembolü olarak karşımıza çıkmıştı. Yol boyunca onun hakkında gözlemlerimizi söylüyorduk. Nuri Conker, Büyük Millet Meclisi’ne üye olarak girebilecek bu yeni aday arkadaşı hakkında şakalı sözler sarf etmekle beraber, Atatürk bu muhtarın ismini ve köyünü kaydetmemi emir vermişti. Satı Kadın’ın kişiliğinde Türk köylü kadınının milletvekili adaylığını görmekle gururlu idim. Satı Kadın, 1935 yılında, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, ilk kadın milletvekili olarak seçilmiştir.” **** Daha önce bu yoldan geçmiş olan Afet İnan yol boyunca Atamıza Kızılcahamam’ın güzelliklerini anlatır.. Atatürk’ün Kızılcahamam’ı ziyaret edeceği birkaç gün önceden duyurulduğu için, köylerden de gelenlerin teşkil ettiği büyük bir kalabalık ile devlet memurları 16 Temmuz sabahından itibaren şimdiki PTT binası önündeki alana ve yolun iki yanına dizilerek beklemeye başlarlar. Ankara Caddesinin başından, PTT binası önüne kadar da ilçede bulunan halılar toplanıp yola serilir. Önce Muhafız Birliği’nin motosiklet gürültüsü duyulur. Arkasından da Atatürk’ün üstü açık spor arabası görünür. Kafile, karşılayanların önünde durur. Atatürk, kalabalığa hitaben yaptığı kısa bir konuşma yapar.. Ardından arabalarla Soğuksu’ya doğru hareket edilir. Kafileyi Soğuksu’da püfür püfür esen tatlı bir serinlik karşılar.. Kızılcahamam’a özgü yöresel yemeklerle hazırlanan sofrada yemek yiyen Atatürk, Temmuz sıcağında küfür küfür esen çamlıktan çok hoşlanmıştır. Bir ara kafileden ayrılır.. Doğa ile baş başa kalmanın huzuru ile bir çam ağacının altına bağdaş kurarak oturur.. Emperyalizme meydan okumuş bir dünya lideri gibi değil, sade bir insan gibi.. Bir de türkü tutturur.. (Fotoğrafın o anda habersiz çekildiği sanılıyor) * Ertesi sabah, Atamıza kaynağından doldurulmuş bir bardak su ikram edilir.. Suyu çok beğenen Atatürk: ”Kızılcahamamlılar, bu su altın gibi” der ve böylece bu suyun adı ALTIN SU olarak kalır.. Ayrılmadan önce kalabalığa hitaben bir konuşma yapan Atatürk, ”Bu cennet yurt köşesinde mutlusunuz Kızılcahamamlılar” Sözünü de bu sırada söyler. Konuşma sonrasında, Belediye Başkanı Tahir Barlas, bir gece konakladığı kamp yerinin tapusunu Mustafa Kemal Atatürk’e takdim eder. Bu ziyaretten sonra, Atatürk’ün altında dinlendiği çam özel bakım altına alınır ve söylediği meşhur: ”Bu cennet yurt köşesinde mutlusunuz Kızılcahamamlılar” sözü bir levhaya yazılarak asılır. Prof.Dr. Âfet İnan’ın hatıralarına göre Atatürk, yol boyunca, etkilendiği Kızılcahamam ile ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapar: ”Bu turistik beldede oteller yapılmalıydı. Kaplıca suyundan daha modern tarzda istifade edilebilirdi. Ormanların bakımı ve yenilerinin yetiştirilme gayretleri bu yerlere büyük imkânlar sağlardı.” *** 1940 yıllarında bir bayram vesilesiyle Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım ve bir çok milletvekili Kızılcahamam’a davet edilir. Törende konuşmaların ardından kürsüye davet edilen Makbule Hanım, Kızılcahamam’lılara teşekkür ederek vaktiyle Atatürk’e verilmiş olan tapuyu çantasından çıkararak: -Bu tapu bizden ziyade size lâyıktır Kızılcahamam’lılar! Diyerek, Atatürk’ün kamp yapmış olduğu yerin tapusunu ilçeye iade eder… *** Yolunuz Kızılcahamam tarafına düşerse mutlaka yarım saatinizi ayırın, Soğuksu Milli Parkını ziyaret edin.. Atatürk’ün Soğuksu Milli Parkı’nda konakladığı ve oturup türkü söylediği yeri soruşturun.. Atamızın o gün yere bağdaş kurup oturduğu o çamın dibinde bir Atatürk büstü ve tanıtım panosu ile karşılaşınca çok duygulanacaksınız..

18 Temmuz 2019 Perşembe

1 temmuz 1927, ertugrul yati, Istanbul'a 8 yil sonra giris


1 Temmuz 1927, Ertuğrul yatında bir öğlen yemeği. Mustafa Kemal Paşa, 16 Mayıs 1919’da IX. Ordu Müfettişi olarakayrıldığı İstanbul’a tekrar Türkiye Cumhuriyeti devletinin Cumhurbaşkanı olarak gelmek üzere Ankara’dan trenle 1 Temmuz 1927 Cuma günü Kocaeli’ne indi. Saat 12.50'de Ertuğrul Yatı’na geçerek İstanbul'a hareket etti. O gün İstanbul görülmemiş günlerinden birini daha yaşıyordu. Saat 15.00 sularında adalar açığına gelen Atatürk’ü halk, o gün tarihte misli az rastlanır bir biçimde karşılamıştır. Günler öncesinde organize edilerek hazırlanan halk Atatürk’ü görebilmek için Maltepe’den Adalar’a, Adalar’dan Fenerbahçe’ye, Ahırkapı’dan Sarayburnu’na, Üsküdar’dan Boğaziçi’ne kadar bütün sahilleri doldurmuştu. Ayrıca İstanbul halkının binlercesi, Atatürk’ü karşılamak için vapurlara, römorkörlere, kayıklara hücum ederek denize açılmışlardı. Sergilenen bu manzara ile verilmek istenen mesaj İstanbul’da halen mevcut olan muhaliflere karşı, cumhurbaşkanına İstanbul halkının bağlılığın ve desteğinin tam oluşu, dünyaya karşı da şefleri etrafında milletin yekvücut olduğunun bir ispatıydı. Adalar’dan Boğaz’a yol alan Ertuğrul Selimiye önünden geçerken kışladan 21 pare top atılarak selamlandı. Sarayburnu’ndan sonra Ertuğrul Yatı, 60-70 kadar vapuru geride bırakarak Kızkulesi önünden Boğaz’a yöneldi ve Üsküdar’dan başlayarak Anadolu sahilini takip ederek Çengelköy’üne kadar gitti. Her iki sahili dolduran halkın sevgi gösterileri arasında Çengelköy’ünden dönerek, Dolmabahçe açığına demirledi.

17 Temmuz 2019 Çarşamba

23 Nisan 1938, Ankara, Turkum dogruyum, caliskanim

Rodos'ta doğan Reşit Galip, ortaokulu bitirince kardeşiyle bir sandala binip Marmaris'e gelmiş. Liseyi İzmir’de okumuşlar. Kardeşi Hüseyin Ragıp (Baydur) diplomatlığı seçip büyükelçilik yapmış. Reşit Galip ise İstanbul Tıp’a gidip doktor olmuş. Öğrenciyken gönüllü olarak I. Dünya Savaşı’na katılmış. Kafkas Cephesi dönüşü öğrenimini tamamlayıp fakültede asistanlığa başlamış. 1923 Mart’ında, hekimlik yaptığı Mersin'e Mustafa Kemal Paşa geldiğinde Paşa’nın huzurunda konuşmuş ve gözlerine doğru bakarak şöyle demiş: 'Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin bir kahramanı değilsin, sen bunlardan çok daha büyüksün. Sen bu milletin bir ferdisin. Senin birinci büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmekliğindir.' Herkesin yüceltme yarışına girdiği günlerde Gazi'yi ‘milletin bir ferdi' sayan 30 yaşındaki bu hatip, herkesin dikkatini çekmiş. Tabii en çok da Gazi'nin... Kemal Paşa ona milletvekilliği önermiş ve Dr. Reşit Galip, Ocak 1925'te Meclis'e girmiş. Bir süre İstiklal Mahkemesi üyeliği yapmış. CHP İdare Heyeti'nde görev almış. Türk Ocakları’nda, Halkevleri'nde çalışmış. Yine Atatürk’ün isteğiyle Serbest Fırkaya girmiş. Ve Atatürk’ün sofrasına oturmuş. Onu bakanlığa taşıyan süreç de o sofrada başlamış. Bu sofra sahnesi pek çok tanığın anılarında vardır: 1931 sonbaharıydı. O geceki tartışma, Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet'in bir yakınmasıyla başladı. Esat Mehmet, Atatürk’ün Harbiye'den Tabya Öğretmeniydi. Kazım Özalp’in 'Atatürk’ten Anılar' kitabında (T. İş Bankası Y., 1992, s. 48-49) yazdığına göre konu, kız öğrencilerin kıyafetinden açıldı. Esat Mehmet, 'kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun görmediğini' belirtti. Bir tamim yayınlayıp daha kapalı giyinmelerini isteyeceğini söyledi. Bunun üzerine Reşit Galip söz aldı: 'Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi' dedi. 'Bu bir geriliktir. Kadınlar eski durumda yaşayamazlar. İnkılaplardan en mühimi, kadınlara verilen haklardır. Başka türlü, batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz.' Sofra gerildi. Gazi, vekilini zor durumda bırakan bu çıkıştan hoşlanmadı. 'Bu konuyu uzatmayalım. Kısa çorap giyip giymemek çok önemli değildir, sonra tartışırız' dedi. Ama Reşit Galip alttan almadı. 'Af buyurunuz Paşam! Bu, inkılap ve zihniyet meselesidir! . Müsaade buyurursanız fikrimizi söyleyelim. Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki, sizin huzurunuzda bu sofrada inkılapları zedeleyeceği icraattan bahsedilmesi küstahlıktır, hoş görülemez.' Reşit Galip'in tartışma yaratmasının özel bir nedeni vardı: Halkevi'nde sanatı yaygınlaştırmak için tiyatro çalışmaları yapıyor, ancak sahneye çıkacak kadın oyuncu bulamıyorlardı. Buna gönüllü kadın öğretmenler için, Maarif Vekâletinden izin alamamışlardı. Reşit Galip 'Bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez' diye kestirip attı. Atatürk’ün kaşları çatıldı. 'Sözlerinizde müsamahalı, ölçülü olunuz' diye çıkıştı. Herkes yaklaşan fırtınayı hissetmişti. Ama Reşit Galip bulutların üstüne gitti. 57 yaşındaki Milli Eğitim Bakanı’nı işaret ederek dedi ki: 'Devrimci devrimcidir. İnsanlar bir yaştan sonra ister istemez tutucu olurlar. Meclis'te bunca genç, idealist, bakanlık yapacak yetenekte insan varken, böyle yaşlı kimseleri Milli Eğitim Bakanı yapmak hatadır.' Atatürk yeniden uyarma gereği duydu: 'Esat Bey yeteneklidir. Davamıza inanmıştır ve benim hocamdır. Beni okutmuş olması sence bir değer taşımıyor mu?' 'Kusura bakma Paşam, taşımıyor ! Okuttuklarının içinde sizin gibi bir devrimci çıkmış ama kim bilir nice tutucu da çıkmıştır.' 'Sizi de eleştiririm!' Bunun üzerine Gazi'nin sabrı taştı: 'Bu sofrada hocama ve bir Milli Eğitim Bakanı’na hakaret etmenize müsaade edemem' diye haşladı. Ama Reşit Galip sineceği yerde hepten üste çıktı: 'Devrimleri korumak için sizden müsaade istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız, sizi de eleştiririm. Mesela Rose Noir'a verdiğiniz 15 bin liralık kredi mektubu da siz yaptınız diye hata olmaktan çıkmaz.' İlk kez Atatürk’ün sofrasında Atatürk bu kadar sert eleştiriliyordu. Reşit Galip'in sözünü ettiği Rose Noir, Beyoğlu’nda, Rus karı-kocanın işlettiği bir barın adıydı. Atatürk bir gece oraya gitmiş, mekânın sahibi Madam Senya'dan 'İş Bankası’ndan kredi alamıyoruz' yakınmasını dinlemiş ve orada bir kâğıda İş Bankası Genel Müdürü’ne hitaben 'yardımcı olunması' isteğini yazmış, Rus çifte vermişti. Reşit Galip bu iltimas talebini eleştiriyordu. Atatürk bu kez kızmadı; 'Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin' diyerek kibarca Reşit Galip'i sofradan kovdu. Ama genç devrimcinin yılmaya niyeti yoktu. Yıllar yılı bir efsane gibi anlatılacak çıkışını o an yaptı: 'Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak sizin kadar, benim de hakkımdır.’ Atatürk kendi fikirleriyle kendisini vuran bu genç adama baktı, sonra yanındakilere dönüp 'Öyleyse biz kalkalım' dedi. Sofradaki bütün heyet ayaklandı; Reşit Galip'i sofrada yapayalnız bırakıp çıktılar. Bu müthiş sahnenin devamı daha da ibret vericidir: Reşit Galip bütün geceyi Dolmabahçe Sarayı’nda pencere kenarındaki bir koltukta geçirir. Atatürk uyandığında Genel Sekreterine Reşit Galip'i sorar. 'Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Ankara'ya gidecek kadar borç para istedi. 25 lira verdik' derler. Atatürk 'Ankara'ya gidecek adama 25 lira mı verilir. Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydiniz' der. Sonra 'Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var' diye ekler. 1932 sonbaharında Atatürk, Reşit Galip'in Ankara Radyosu'ndaki bir konuşmasını dinler; 'Devrimleri her yerde, herkese karşı savunacağız. Gerekirse babamıza ve çocuklarımıza karşı bile' demektedir. Atatürk birkaç gün sonra kendisini yeniden sofraya davet eder. Hemen yanındaki sandalyeye buyur eder. Onun yanına da, hocası Esat Mehmet'i oturtur. Ve orada yeni Milli Eğitim Bakanı’nın 39 yaşındaki Reşit Galip olduğunu açıklar. Rose Noir olayı mı? Onu da hatırlatalım: İş Bankası Genel Müdürü! Muammer Eriş, Atatürk imzalı kâğıdı alınca doğruca Dolmabahçe Sarayı’na gelmiş, Ata’nın ricacı olduğu krediyi vermeye kuralların uygun olmadığını bildirmiş, talebi reddetmiştir. Reşit Galip'in bakanlığı sadece 13 ay sürdü. Bu süre içinde Darülfünundan üniversite reformunu başlattı. Öğretmenlere genel bütçeden maaş ödenmesini sağladı. Eşi Zubeyre Hanım’ın deyimiyle 'deli gibi çalışıyor' ama Atatürk’e çıkışacak kadar ayarsız dili yüzünden her gün işe cebinde istifa mektubuyla gidiyordu. Aslında Atatürk’le araları iyiydi. O Gazi'ye 'Paşam', Gazi de ona 'Doktor' diye hitap ederdi. Bir gün sofradan ayrılırken, Atatürk, 'Seni eve ben bırakacağım' demiş. Eve bırakınca O da saygıdan, 'Ben de sizi uğurlayacağım Paşam' karşılığını vermiş. Ama kendisinin arabası olmadığından yürüyerek uğurlamış. O gece zatürree olmuş. Dinlenmesi ! tavsiye edilince 1933 Ekim'inde görevden ayrılmış. 1934 yazında Moda'daki bir deniz kazasında kızlarını kurtarmaya çalışırken akciğerlerini hepten üşütmüş. Bir mucize eseri kurtulduğu bu kazadan sonra ölümü bekleyerek, hastalığını takip etmeye başlamış. Keçiören’deki bağ evinin kütüphanesine demir yatağını taşıtıp yedi ay kitaplar arasında yatmış. 1934'te, 41 yaşında hayata veda etmiş. 'Öldüğünde cebinde 5 lira parası varmış' Her sabah okul öğrencilerini güne başlatan 'Türküm doğruyum çalışkanım' andı var ya... Kim kaleme almış biliyor musunuz? 'Reşit Galip...' O andın 1933'ün 23 Nisan günü Reşit Galip'in kaleminden çıktığını eminim çoğumuz bilmeyiz.

15 Temmuz 2019 Pazartesi

11 kasim 1938, Ankara, Lutfu Aksu

11 Kasım 1938. Atatürk’ün naaşı, İslam Tetkikleri Entsitüsü direktörü Ordinaryüs Profesör Mehmet Şerafettin Yaltkaya’nın nezaretinde yıkandı. Başbakan Celal Bayar’ın talimatıyla, Profesör Lütfi Aksu tarafından tahnit işlemi yapıldı. Vücudun bozulmadan korunmasını sağlayacak olan solüsyon, 200 gram formalin, 1 gram sublime, 200 gram tuz, 10 gram acide pehenque, 1000 gram su’dan oluşuyordu. Profesör Aksu, tahnit işlemi bittikten sonra, iki küçük şişeye solüsyondan doldurdu, ağızlarını lehimledi, üzerlerine yapıştırdığı etiketlere terkibi yazdı, Atatürk’ün kollarının arasına sıkıştırdı. Kurşun galvanizli tabuta yerleştirildi, kapağı kapatıldı, gül ağacından yapılmış tabuta yerleştirildi, onun da kapağı kapatıldı, üzerine Türk Bayrağı örtüldü. Cenaze namazı için camiye götürülmesinin dinen şart olup olmadığı konusu, cumhuriyetimizin ilk diyanet işleri başkanı Mehmet Rifat Börekçi’ye danışıldı. Milli mücadele kahramanı Börekçi, “Atatürk’ün cenaze namazı, tertemiz hale getirdiği vatan toprağının her yerinde kılınabilir” dedi. Namaz, Dolmabahçe Sarayı’nda Ordinaryüs Profesör Yaltkaya tarafından kıldırıldı. Tekbir, Türkçe verildi. 15 sene sonra… Anıtkabir tamamlandı. Atatürk’ün ebedi istiharatı için, Anıtkabir’deki son kontroller, inşaat başmühendisi Sabiha Rıfat Gürayman tarafından yapıldı. 8 Kasım 1953, saat 23 suları… Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi histoloji kürsüsü başkanı Profesör Kamile Şevki Mutlu’nun ev telefonu çaldı. Arayan, Ankara valisiydi. “Atatürk’ün tabutunun açılması ve tahnit işleminin çözülmesi için, hükümet tarafından kendisinin görevlendirildiğini” bildirdi. 9 Kasım 1953, saat 7.30… Profesör Kamile Şevki Mutlu, Etnografya Müzesi’nde, geçici kabirden çıkarılan ve katafalkın üzerine konulan gül ağacı tabutun önündeydi, titriyordu. İçinden “galiba bayılacağım” diye mırıldandı. Ama, dayanmak zorundaydı. Saygı duruşu yapıldı. Ve “başlayalım lütfen” dedi. Yardımcı olmaları için, Yüksek Teknik Öğretmen Okulu’ndan 10 öğretmen getirilmişti, öğretmenler gül acağı tabutun vidalarını söktü, kapak kaldırıldı, kurşun tabutun lehimleri söküldü, onun kapağı da kaldırıldı, ortalığı tahnitte kullanılan solüsyonun kokusu sardı. Cenaze, kahverengi muşambaya sarılıydı. Taşınma sırasında zarar görmesin diye, naaş ile tabut arasındaki boşluklar talaşla doldurulmuştu. Talaş ıslaktı, bu iyiye işaretti, koruyucu solüsyonun uçup gitmediğini gösteriyordu. Profesör Kamile Şevki Mutlu, muşambayı göğüs hizasına kadar açtı, vücut parafinli sargılarla örtülüydü, yüzü ise, ıslak pamukla kaplıydı. Adeta zaman durmuştu. Çıt çıkmıyordu. Nefesler tutulmuştu. Profesör Mutlu, pamuk tabakasını yavaşça kaldırdı. Atatürk’ün yüzü ortaya çıktı. Hiç bozulmamıştı… Teni bronzdu. Altın saçları, rengini kaybetmemişti. Kalın kaşlarından bi kaç tel kopmuş, sol göz kapağının üstüne düşmüştü. Sakalı hafif uzamıştı. İnce dudakları yapışıktı. 15 sene önce Dolmabahçe Sarayı’ndaki yatağında uyur gibiydi. Ne bozulma, ne kokuşma vardı. İki sene önce rahmetli olan Profesör Lütfi Aksu’nun tahniti son derece başarılıydı. Profesör Kamile Şevki Mutlu, Atatürk’le yüz yüzeydi. Yanağına dokundu, okşadı. O an neler hissetti derseniz… Hatıralarında anlatacaktı. “Bir an için sanki konuşacakmışız gibi hissettim” diyecekti. Salonda derin sessizlik hakimdi, duygular darmadağındı. Atatürk’ün naaşı kurşun tabuttan çıkarıldı, dualarla kefenlendi, ceviz ağacından yapılan yeni tabuta konuldu, Türk Bayrağı’yla örtüldü, yarın Anıtkabir’de toprağa verilmek üzere, generaller tarafından ihtiram nöbetine başlandı. Demem o ki.. Bu milletin yetiştirdiği en büyük insan, vefat ettiğinde bir erkeğe, toprağa verileceği zaman, bir kadına emanet edilmişti. Çünkü… 1938’de Atatürk’ün naaşını emanet edebileceğimiz en yetkin kişi bir erkek’ken, 1953’te bir kadın’dı. Çünkü kadınlar… Atatürk devrimleri sayesinde, sadece 15 sene gibi kısa sürede, erkeklerin önüne geçmeyi başarmıştı. Kamile Şevki, 1924’te İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girdi, 1930’da mezun oldu. O tarihe kadar kadın hekimlere kamusal görev verilmiyordu, Sağlık Bakanlığı ilk kez 1930 mezunu kadın hekimlere kadro verdi, Kamile Şevki patoloji asistanı oldu. 1931’de Milli Tıp Türk Kongresi’ne tek başına bildiri sundu, bu bildiri kadın hekimlerimiz adına ilk’ti. Türkiye’nin ilk kadın patoloji uzmanı oldu. Türkiye’nin ilk kadın tıp profesörü oldu. Türkiye’nin ilk elektron mikroskobu laboratuvarı, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde, Kamile Şevki’nin yönetimindeki histoloji kürsüsünde kuruldu. Ankara Üniversitesi Senatosu’nda ilk kadın öğretim üyesi oldu. Bugün bile hâlâ kendi adıyla anılan, böbreküstü beziyle alakalı “Şevki metodu”nu geliştirdi. 1987’de rahmetli oldu. Taa en başından, en sonuna kadar, Atatürk devrimlerinin eseriydi, Cumhuriyet kadınıydı. Sabiha Rıfat, 1927’de, bugünkü adıyla İstanbul Teknik Üniversitesi’ne girdi, o sene ilk defa kız öğrenci kabul eden üniversitenin, ilk kız öğrencisiydi. 1933’te mezun oldu, Türkiye’nin ilk kadın inşaat mühendisi oldu. TBMM binası dahil, sayısız önemli projeye imza attı . Fenerbahçe’nin ilk kadın voleybolcusuydu. Ve, bu konuda da erkeklerden daha başarılıydı. Üniversite öğrencisiyken, o tarihlerde karma oynanan, beş erkek ve bir kadından oluşan, İstanbul şampiyonu olan Fenerbahçe voleybol takımının “kaptan”ıydı. 2003’te rahmetli oldu. Çocuğu olmamıştı, tüm servetini şehit çocuklarının eğitimine bağışladı. Taa en başından, en sonuna kadar, Atatürk devrimlerinin eseriydi, Cumhuriyet kadınıydı. Dolayısıyla… 10 Kasım’ı anlayabilmek için, 11 Kasım’a bu açıdan bakmak lazım Atatürk varsa, kadın vardır. Kadın varsa, Atatürk vardır Atatürk’ü öldürmenin tek yolu, kadınları erkeğin gerisinde bırakmak, erkeğe muhtaç hale getirmektir. Cahillerin kadın haklarına, kadın eşitliğine, kadın özgürlüğüne düşman olmasının temel sebebi budur.

14 Ekim 1925, Izmir, Arkadaslar

Arkadaşlar, milletimizi yabancıların ellerinde köle olmuş görmemek için giriştiğimiz bu muharebe de Sakarya Zaferi gibi adı daima anılacak yeni ve büyük bir zafer kazandınız. Benim gibi ömrünü senelerden beri saflarınız yanında geçirmiş olan bir silah arkadaşınız; ezilmiş, kahredilmiş düşmanın çekilişinden sonra hakkınızda duyduğumuz takdir ve hayreti, minnet ve şükranı ordunun her ferdi ve memleketin her tarafında duyulacak kadar yüksek sesle söylemeye lüzum gördüm.
Sakarya boyunda biz bütün memleket, bütün varlığımız ve istiklâlimiz pahasına denecek kadar ehemmiyetli büyük bir muharebeye giriştik. 21 gün, 21 gece bir milletin istilâ ve yağma fikri birbiriyle boğuştu.
Mazlum milletimizi tarihin en tehlikeli bir zamanında yeniden ışığa ve necata kavuşturan bu muharebede sizin başkumandanınız olmaktan dolayı bir insan kalbi için mukadder olabilecek en derin saadet ve iftiharı duydum. Dünyanın hiçbir tarafında ve ordusunda yüreği seninkinden daha temiz ve daha sağlam bir askere rasgelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir. Hayatınla, imanınla, itaatinle, hiçbir korkunun yıldırmadığı demir gibi pâk kalbinle düşmanı nihayet alt eden büyük gayretin için minnet ve şükranımı söylemeyi nefsime en aziz bir borç bilirim.
Sizin gibi kumandanları, subayları ve erleri olan bir millet için yâd elleri altında köle olmak mümkün değildir.
Bu defa Büyük Millet Meclisi'nin, hakkımda yeni bir rütbe ve unvanıyla tecelli eden iltifat ve teveccühü doğrudan doğruya size râcidir. Milletin verdiği bu rütbe ile yükselen ordu, en ulu bir gazâ ile mümtaz olan yeni bir ordudur. Sizin kahramanlığınızla sizin gösterdiğiniz nihayetsiz fedakârlık pahasına kazanılan büyük muvaffakiyetin millet tarafından takdirine delâlet eden bu rütbe ve unvanı, ancak izafe ederek büyük askerlik hayatımın en büyük iftihar sermayesi olarak taşıyacağım. Cenabı Hak, giriştiğimiz kurtuluş mücadelesinde şerefli silah arkadaşlarıma kendilerini temyiz eden asaletin, civanmertliğin, kahramanlığın hakkı olan kati kurtuluşu nasip etsin.
Size Bombasırtı vakasını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperlerimiz arasında mesafemiz sekiz metre, yani ölüm muhakkak, muhakkak... Birinci siperlerdekiler hiçbiri kurtulamamacasına tamamen düşüyor, ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar gıptaşayan bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir fütur bile göstermiyor, sarsılmak yok. Okumak bilenler ellerinde Kur'anı Kerim, Cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler, Kelime-i Şahadet çekerek yürüyorlar. Bu Türk askerlerindeki ruh kuvvetini gösteren şaşılacak ve övülecek bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur.
Millet, kemal-i azimle içtimai ve fikrî tekâmülle çalışırken onu bundan alıkoyacak dahilî ve haricî maniaların karşısında kuvvetli, kudretli ve büyük görevini müdrik kahraman ordumuzun hazır bulunduğunu düşünerek müsterih olabilir. (14 T. Evvel 1925)

10 Temmuz 2019 Çarşamba

1929, Tuzla

 “Asilce yaşamak ancak asilce hareket etmekle mümkündür.”

2 Temmuz 2019 Salı

23 Nisan 1920, ankara

“Bütün cihan bilmelidir ki artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da millî egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdanı ve mevcudiyetidir.”

Mustafa Kemal ATATÜRK